Ilıç’tan Tercan’a Doğru

0
782

Behçet Kemal ÇAĞLAR

Geçenlerde enine boyuna dolaştığımız Kemah’da, hem yeni istasyonu, hem eski kaleyi gören, tarihten eski ve kadından taze Fırat’ın çağıltısına açılan balkonuyla şirin bir otel odası vardır. Oradan Anadolu’nun mâzisi ve tabiatı suyun ve rüzgârın sesinde dilinden anlıyan gönüllerle konuşur. Bütün türbe yıkıntıları, yanlarına gitsek fısıldaşmaya hazırdırlar. Gökten yıldızlar kayar, ağaçlardan cevizler düşüp elmalar damlar. Mırıldanırsınız:

Madem düğün evi balkonum hazır
Ve gerilmiş tül tül sabahım benim
Kıyılsın Fırat’la nikâhım benim
Gelin şahit olun düğünümüze
Ilıcım, Tercanım, Kemahım benim.

İstasyonun yakınlığına güvenip Fırat’ın zifafına fazla dalmıya gelmez. İşte lokomotifin düdüğü bizi yine aynı nehrin kıyısındaki Ilıç istasyonuna bırakacak marşandizin geldiğini haber vermektedir. İstasyona koşarken, inişin ucunda gözlerimizde yanıp sönen parıltılar, Menküçek’in türbesinde kalmış çiniler mi, yoksa kaya aralarından görünen gök parçalarındaki yıldızlar mı, pek farkedemeyiz.

Bir solukta marşandizin furgonundayız. Trenin tıkırdısında bir güzel ninni uyutuculuğu vardır. Bu sallantılı uyuklamada beşikten bugüne kadar belirmiş bütün arzularımızın kesik kesik rüyasını görürüz. Aradığımız, bulur gibi olduğumuz sevgililer birbirini kovalar. Derken, duraklıyan lokomotifin birbirine çarptığı vagonların gürültüsüyle sarsıntısına uyanırız. Ya küçük pencereden, ya kapı aralığından dışarıya göz atarız. “Seslenen nerede der” gibi bakınırız. Sisli ay ışığında gözümüze görünen dağmıdır, yoksa düştekinin omuzbaşımıdır, pek ayırtetmemize vakit kalmaz; yine dalıveririz. O düşteki veya dağdaki omuz başına yaslandığımızı sanıp sayıklarız. Damağımızda, gönlümüzdekine benzer mayhoş bir lezzetle uyanırız. Kondüktör kendisi tedirgin etti zanniyle özür diler gibi yediği üzümden, yahut elmadan bize de ikram eder. Uyku arasında o meyvada bir ten teması, bir buse lezzeti bulur gibi oluruz. Artık teftiş için, tebdili hava için, keyif için seyahat o anda hep bahanedir. Ev be ev, hane be hane birini aramıya çıkmış gibiyizdir. Tanrısına seslenerek (Kâh mescide gidiyorum kâh kiliseye; yani ev ev seni arıyorum), diyen şaire benzemişizdir. Onun gibi mırıldanırız:

Yâni ki türâ mitalebem hane be hane

Yeter, uykumuz, iyice ayılmalıyız, almalıyız elimize kalemi, yazmalıyız içimizden geçeni; yandaki sütunlara geçirip okumalıyız.

İŞTE bu konaklardan birine daha: Ilıca geldik. Bacaklarımız trenden ve attan uyuşmuş, ruhumuz tazelenmiş; bakınıyoruz. Aradığımız güzel ötede: Dereden kasabaya doğru tırmanan cevizlerin kafesi ardından bakıyor. Kızılımtırak tepeler dediğimiz göğüs uçlarını bile gösterdiği oluyor. Biz geçen seferki ziyaretimizden kalma bir galat bilgi ile (Kahvenin havuzuna dolan su şarıldıyor) desek de kısık kısık, gümüş gümüş gülen odur. İnşallah yakında Şehirbaşı tepesi adını alacak olan meşeliğin eteğinden Fıratın çukuruna doğru yeşil çayır yayılışları ve sarı yaprak köpükleriyle bir sessiz çağlayan gibi dökülen Ilıç bahçelerinin ara yollarındayız. Çağıltının bestelediği sessizlikte arada bir bir yaprağın düşmesi, toprağın göğsüne gerili tellerden birinin ya gevşemesi, ya kopması gibi bir ses çıkarıyor. Yanımıza biri yaklaşsa bu yaprak mahşeri sessizliğinde fısıldayarak konuşmaya mecbur olacağız. Halbuki büyük şehrin kuru gürültüsünde gezerken yanımızdaki canımızda bile olsa mahrem meramımızı anlatmak için bağırmaya mecburuz ve işte burada bir kalem işleyişini bile bir gönül isteyişi gibi fısıldamaya bizi tabiat sevketmektedir. Her yaprak düşüşü bir iyi saatte olsunların kıpırdanışı gibi. Ötede balta yiyen bir gövdenin çıkardığı ses, artık hınçlı ve kısık, bir canlı inildemesidir. O taze malûle gidip (Vah kardeşim) diye sarılmak, gömleğinizi yırtıp ağacın yarasını sarmak arzunuz tutacaktır. Yolumuza çıkan suya öper gibi eğilmek, bir damlasını alıp muzip bir fiskeymiş gibi ona ensemizi gıcıklatmak velhasıl suyla akran gibi oynaşmak hevesine kapılacağız. İşte gözümüzün önünde daldan düşüp de kim bilir hangi sırdaşı için soyunu veren bir ceviz var. Kimi kalbur, kimi elek: her ağaç dalı öğle ışığını bir türlü eliyor. Kimi onu fecir alacası, kimi ikindi karartısı haline sokuyor. Her birimiz bir ceviz ağacının nemli gövdesine dudağımızı yapıştırıp hasta yapraklarının dökülüşünü seyredelim: Sinemalarda iki sahne arasında zamanlar geçtiğini anlatmak için takvim yapraklarını yağmur gibi dökerler ya, işte öylesine. Daldan kopuş ister istemez acele, fakat sonra yaprak yalnız boynunu – sapını değil, bütün varlığını büküyor; tevekkülünü bırakıyor, pişman oluyor; ama geri dönmenin imkânı yok, boşluğa kayıveriyor. Bu yaprak dökümünün içli hüznünü akşam belediye odasında boy atmış göreceğimiz canlı fidan kalabalığında unutabiliyoruz. Ilıcın genç, muhitin inzivası rağmına hayat ve şevk dolu elemanlariyle yan yanayız.

BİRİMİZ için belediye odasında hazırlanmış karyola, bir oyun icabıymış gibi elden ele güle şakalaşa aşılıveriyor. Saç soba içinin yanan odunlariyle birlikte gürültüsüzce kaldırılıyor, ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet: Belediye bürosu, misafir yatakhanesi, ziyafet yeri, şimdi de oyun salonu: Yerli fidanlar ayaktalar, tut ağacı isimli bir oyuna kalktılar.

Tut ağacı boyumca
Tut yemedim doyunca
Kahrolasın İstanbul
Güzelin yok huyumca

Kolların, dizlerin, topukların yaylanması. Canlı gövdeler tutları silkilen ağaçlar gibi salıntıdalar:

Tutu koydum sepete
Güzel zalim git öte
Öyle bir yar sevdim ki
Şan verdi memlekete

Tahtasına vurulan kemandan, bağlamayı döven mızraptan fırtınaya tutulmuş dallar gibi çatırdılar geliyor, bir kere bütün vücut ağaç gibi ırgalanıyor, sonra durup yapraklarını yani ellerini oynatarak güneşe kaldırıyor:

Tutu yesem eşkidir
Gönül hünkâr köşküdür
Yüreğimin ateşi
Sevdiğimin aşkıdır.

PENCEREDEN ince aylı, bol yıldızlı bir yayla yolu görünüyor. Dağların burcuna asılı bir hilal ve onun ortasında yıldız olmak için göğün her tarafından seyretmeye hazır bir sürü yıldız. Şimdi Tercan’da olup da  o eğer biçimi Köroğlu kayasına binip göğe ağadağımız zamandır. Ancak hantal ve nazlı vücutlar için eziyet sayılacak o palan üstü, marşandiz içi yaylı köşesi yolculuklarının tafsilatını bırakalım da Ilıcın gece başlangıcındaki musıki oyununda Tercan’ın öğle sonundaki cirit oyununa gelelim. Biz Şadırvanın memleket gezicileri, doğuda uğramadığımız yer kalmadığı için Tercanı da iyi biliriz. Tercanın mercan akşamı hayalimizde tüter durur. Şimdi Tercan yiğitlerinin altlarında doğu iklimiyle çevikleşmiş atlar kanatlanacak gibidir. Ellerinde söğüt dalları mızrak kesilmiştir. Ciritlerini Tuzla çayı kenarındaki tarlanın bir ucunda bekleşen hasımlarına yağdırmakta olan bir yiğit seyircilere bağırıyor:

– Çabuk! Değnek!
Cevap fırlıyor:
– Değnek kalmadı. Parmağını kes de at yiğit

Karşı dağda Köroğlu’nun eğer kaşları arasından güneş de son şıklarını mızrak mızrak gönderiyor. Tercanlı yiğitler eğer boşaltıyorlar. Yani bacaklarını eğerin üstüne sarıp ters dönmüş gövdelerini, baş aşağıda, atın karnı altına saklıyorlar, kendilerini vurmaya atılmış değneklerden birinide bu sırada yerden uzanıp almaları mümkün oluyor. Ufuk kan kırmızı, Tuz Çayı’na da herhangi bir akıcılık Tuzla çayına da kan rengi bir akıcılık gelmiş, tarla cenk meydanı oluvermiş. Havada değnekler kadar nükteler de dolaşıyor:

– Bilardo istakası değil bu, gelip dürtesin, at şu mübareği mızrak gibi.
– Yer dar at hız almıyor ki…
– Oynamayı bilmeyen gelin yerim dar, dermiş.
– Sen iyi at sürüyorsun, terkine bir adam al da o da cirit atsın.

ŞEREF Erdem’in tabiat içine ve tarih ötesine açılan penceresinden, etrafı duvarlı bier meyva bahçesinin ağaçları üzerinden taş camiin küt minaresi şimdiki ot ve tezek yığınları arasından halden istikbale işaret eder gibi. Hiçbir kasabamızı dağların ardında kendi kendilerine terkedecek değiliz. Tercanın içinden trenin geçtiği bir gün olacak. Tercanı düşünmeyen Ankara olamaz.

Çifte kır atın nal şakırtısı, dört tekerleğin demir ve tahta takırdısı, yaylı denen arabanın salıntısı. Arabacının omzu üstünden bir efsanevi kahramana rütbe işareti gibi parıldayan ince ay. Aşağıda durgun, pırıltılı Tuzla çayı. İstasyonun yakınında Boyacızadelerin un fabrikasına tren saatini beklemeğe gidiyoruz. Uzakta dinlenen gökte yıldız harmanı, çarklara tutulmuş suda köpük harmanı, durmadan çalışan fabrikada un harmanı. Serpilen un, serpilen köpük, serpili duran yıldız. Her türlü şehvetin kokusunu unutturan bereketin kokusu: Un kokusu. Oh!.. Tercan gecenin yıldızlı göklerine dala dala bir dadaşın tuttuğu lüks ışığında istasyona ilerliyoruz. Un da köpük de, gündelik gerçek de, her zamanki hayal de geride kaldılar. Halbuki yıldızlar gibi Kemaliyeye kadar yolcu etmeye niyetliler. Kemaliyede, Eğin de türkünün, meyvanın, manzaranın umulmazını bulacağız.



DEV GÜZELİ

An oldu döşek kuş tüyü an oldu çimendi;
Kanmazdı gönül ben kimi sevdimse tükendi
Her an değişip, eskide ısrar arıyordum,
Her mevsimi bir başka çeşit yar arıyordum;
Allah gibi affetmeyi, râm etmeyi bilsin;
Bahşetmeyi bol bol ve haram etmeyi bilsin;
Yaprak gibi renk renk gine toprak gibi sessiz
Arzusu çiçeklense de tatminde hevessiz.
Arzuma uyup kalkmalı ruhundaki örtü..
Yıllarca devam etti huzursuz bu gürültü;
Gönlün, yine, “sevsem” diye yandığı gündü..
Mehtapta omuz başları bir dağda göründü;
Yelden ve sudan ruha geçen bir sesi vardı
Her meyvada bir lezzeti, bir busesi vardı;
İdrâk edecek insana bir başkaca tad yok.
Her an elin altında fakat yok.
Ölsem geçemem koynuna girmek hevesinden
Kaç türlü süt emdim ben o toprak memesinden..
Körfezde gözün parlıyor ormanda saçın var;
Ey yâr, beni devleştirecek dev güzelim yar
Bas bağrını dindir ve barındır beni, yurdum,
Kâh sahile kâh bozkıra kâh yaylaya vurdum;
Koynun denecek yer bulunur en son, içinde.
Akşam palan üstünde, sabah furgon içinde
Aslım! Bu mudur âkışının farkı Kerem’den?
Sen gizlemedin vuslatının zevkini benden
Bir kerre karanlıkta, yarım kerre sabahta.
Tercanda belirdindi, sarılsan ya Kemahta!
Bil, hepsi: Ziyaret de seyahat de bahane
“Yâni ki türâ mitâlebem hâne be hâne”…

Behçet Kemal ÇAĞLAR

Kaynak: Şadırvan Haftalık Sanat Mecmuası, Sayı:23 – 1949

Arşiv & Yayına Hazırlayan:
Abdullah Bozdemir (Erzincan Nostalji)

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz