Bir Yedek Subayın I. Dünya Harbi Hatıraları Rus’larla Yapılan Muharebeler, Cephe Gerisi ve Erzincan’ın Kurtuluşu

0
846

Rıfat ERDAL

Sabah ışırken, taburumuz Tercan ovasında Fırat nehri (o zaman Karasu diyorlardı) üzerinde bulunan Kötür Köprüsü istikametinde yürüyor, köprüden geçip karşı tarafta bir müdafaa hattı kurmak istiyorduk. Tercan ovasında birçok birlikler de bizim gibi yürüyüş halindeydi. Öğleye doğru Kötür Köprüsüne geldik, ancak, geride kıt’a kalmadığı mülâhazasıyle köprünün tahrip edilmiş olduğunu gördük. Fırat tuğyan hâlinde akıyor ve manda gövdesi gibi buz kitlelerini sürüyordu, biz geçit yeri aramakla meşgulken Mamahatun Kasabası istikametinden birçok Rus süvari kuvvetinin bize doğru ilerlemekte olduğunu gördük. Süvari ile aramızda 4-5 kilometrelik bir mesafe vardı.

Karasu’nun karşı tarafında aşağı ve yukarı Pırnaşinler namında iki köy vardı, bu köylerin karşısına rastlayan bir yerden suyu geçmeye karar verdik. Altı zabitan atlarıyla, piyadeler de soyunup, göğüslerimize kadar yükselen suyu geçtik; suyun kenarında bir bölük bırakıp askeri, bu iki köye götürerek, ıslanan elbiselerini kuruttuk. Bizden evvel ve bizden sonra suyu geçen birlikler, nehrin bu sahilini tutmuş oluyorduk. Ruslar’ın da piyade kuvvetleri gelip nehrin Erzurum yakasını tuttular.

Bizim alayımıza Höbek Dağına çıkıp, orada mevzi almak emri verildi, Şubat’ın 10. Günü Kargın, Edebük ve Armutlu köylerini geçip, 2700 rakımında bulunan Höbek dağına çıktık. Burada 65 gün, tasavvuru dahi tüyler ürpertecek bir mahrumiyet içinde çırpındık; iaşe durumu tamamen daralmış olup, askere 24 saatte simsiyah, 300 gram ekmek ve tuzsuz, adeta bir sıcak su mahiyetinde çorba verilebiliyordu.

Nisanın 15’inci günü aldığımız emir üzerine Kargın köyüne indik. Fırat’ın üzerinde bulunan ve tahrip edilmiş olan Kötür köprüsü, istihkâm bölüğünce kalaslarla tamir edilmiş ve geçilebilir hâlâ getirilmişti. Cephe tahsisi için Mamahatun Kasabasının istirdadı icabediyormuş, yapılan tarassut ve alınan haberlere göre bizim karşımızda bulunan Rus kuvvetlerinin nisbeten zayıf olduğu nazara alınarak bizim tümene taarruz emri verilmişti.

Nisanın 17’nci günü Kötür köprüsünün iki tarafında bulunan tepelere yerleştirilen toplar, Rus kuvvetlerini tesirli ateş altında tutarken, piyade kuvvetlerimiz taarruza geçerek, karşımızdaki Rus kuvvetlerini püskürtüp, ilerlemeye başladık. O gün akşama kadar muharebe devam etti. Ruslar çekiliyor, biz ilerliyorduk, gece de, Ruslar takviye almadan Gökdere sırtlarını tutmamız emri verilmişti, sabah ışırken verilen hedefe ulaşmış, Aşkale civarında Gökdere sırtlarını tutarak, buraya yerleşmiştik.

Haziran ayının sonuna kadar bu mevzilerde tutunduk, ara sıra gece baskınları olmakla beraber, ne bizden ve ne de Ruslar’dan fazla bir faaliyet görülmüyordu. 9 Mayıs 1916 tarihinden muteber olmak üzere zâbit vekilliğine (asteğmen) terfiim tebliği edildi, artık namzetlikten kurtulmuş, subay olmuştuk. 462,5 kuruş da maaş veriyorlardı.

Hatıraların yazarı Rıfat Erdal I. Dünya Harbi’nde subay üniformasıyla.

Karşımızda bulunan Ruslar’ın takviye kıtaları almakta olduğunu ve cepheye birkaç batarya top getirildiğini tarassut ve istihbaratla anlıyor, Ruslar’ın yakında taarruza geçeceklerini tahmin ediyorduk. Nihayet 1 Temmuz 1916 günü sabaha karşı Ruslar, bütün cephede taarruza geçti.

Erzurum’dan ricat ederken tabur arkadaşlarımızdan Erzurumlu Asteğmen Fethullah Efendi’nin 7 yaşındaki oğlunun askerler arasında dolaşırken tanınıp babasına teslim edildiğini geçen sayıda yazmıştım.

Çocuğu bir müddet tabur ağırlığında taşıyarak Gökdere sırtlarına geldiğimiz zaman, havanın ısınması üzerine Fethullah Efendi çocuğunu yanına getirmiş, siperlerde baba – oğul beraber yatıp kalkmaya başlamışlardı. Taburun bütün subayları çocuğu seviyor, okşuyorduk, hatta kendisine bir de fahri onbaşı rütbesi vermiştik.

Fethullah Efendi, tabur komutanlığına bir dilekçe vererek, çocuğu Sivas’a götürüp yatılı bir okula yerleştirmek üzere izin istemişti. Ruslar’ın taarruzundan bir gün evvel Fethullah Efendi’ye tümen kumandanlığınca 15 gün izin verildi. Hazırlığını yapıp ertesi günü hareket etmek isterken, o gece sabaha karşı Ruslar hücuma geçti, bütün tabur siperlere girmiş ve muhabere başlamıştı.

Fethullah Efendi ikinci bölük zâbiti idi. Benim bulunduğum birinci bölükle yan yana siperlerde idik. Ruslar’ın sabaha karşı bizim ileri karakollara taarruzu üzerine, ileri karakollar siperlere çekilmişti. Fethullah Efendi siperin üzerine çıkıp Rus kuvvetlerini görmek ve nereden geldiklerini tespit etmek için elinde bulunan tenvir tabancasını ateşler ateşlemez, Ruslar’ın u ışığa ateş etmeleri üzerine Fethullah Efendi göğsünden vurulmuş ve siperin içine düşerek şehit olmuştu.

Bunu haber alınca siperden sipere atlayarak Fethullah Efendi’nin şehit düştüğü sipere gittiğim zaman, mübarek şehit, ruhunu, Yaradan’a teslim etmiş, kanlar içinde yatıyordu. Oğlu küçük Kerim de babasının üzerine kapanmıştı. Çocuğun eli yüzü kan içinde olduğundan ben, onun da yaralı olduğunu zannederek çocuğu kaldırıp her tarafını yokladım, yarası olmadığını ve babasının kanları olduğunu anlayarak onu askerin sırtına verip tabur ağırlığına gönderdim. Mübarek şehidi de, kanayan yarasıyla siperlerin arka tarafına defnettik.

Muharebe, karanlık basıncaya kadar devam etti, sonra ateş kesildi, biz de sıkı bir tertibat olarak, askeri siperlerden çıkarmadık. O günkü muharebede bölüğümüzden 3 şehit, 8 yaralı vermiştik, şafak atarken Rus topçusu tekrar ateşe başladı. Ruslar’ın karşımızda obüs, sahra ve dağ toplarına karşı bizim tümen emrinde bir batarya dağ topumuz vardı. Mermisi pek az olan iki topumuz 15’er dakika fasıla ile Rus topçusuna cevap verebiliyordu, öğleye doğru da mermi tükendiği için tamamen sustular.

Muharebenin üçüncü günü Ruslar gece baskınları ile sabaha kadar bizi rahatsız ettikten sonra, ortalık aydınlanırken büyük bir süngü hücumuna giriştiler. Siperlerin içinde birbirimize karışmış boğuşuyorduk. Bu boğuşma 10-15 kilometre olan tümen cephesinde devam ediyordu. Rus piyadesi bizim siperleri tamamen işgal etmekle beraber, tepelere yerleştirdikleri makineli tüfeklerle de bizi ateş yağmuruna tutuyordu. Zayiatımız gittikçe çoğalıyor, yaralıların ayağı tutanları, Karasu istikametine kaçıyordu.

Öğleye doğru Karasu’nun karşı tarafında mevzi almak üzere ricat emri verildi, biz, dalgalı araziden istifade ederek çekiliyor, bir taraftan da ağır yaralılarımızı bulabildiğimiz hayvan sırtında ve kuvvetli erlerimizin omuzlarında taşıyorduk. Ruslar, hâkim tepeleri işgal edip bizi ateşle takip ediyorlardı.

Ordu, Çardaklı’yı son müdafaa hattı olarak kabul edip, bütün birliklerin bu hatta çekilmesini, bizim tümenin de Kemah boğazından ricat ederek, Kemah kasabasının karşısında bulunan ve Çardaklı dağının devamı olan Üçkardaşlar tepelerini tutmasını emretmişti. Öğleye doğru, Erzincan şehri civarında Pisvant köyüne gelip, orada akşama kadar askere istirahat verdik, gece başlayınca artçı tertibat alıp, Kemah boğazı istikametinde yürüyüşe başladık, bütün gece yürüyerek Kemah’la Erzincan arasında bulunan Paşahanları’na geldiğimiz zaman ortalık aydınlanmaya başladı.

Bir saat moladan sonra yürüyüşe geçer geçmez, karşımızdan üzerimize piyade ateşi başladı, biz şaşırdık. Önümüz emin olduğu için öncü tertibat almamıştık. Ruslar’ın solumuzda bulunan Munzur dağlarını aşıp önümüzü kesmiş olmaları ihtimalini düşünerek, askere mevzi aldırıp, karşımızdaki ateşe mukabele etmeye başladık. Dürbünle yaptığımız tarassut neticesinde karşımızdakilerin Dersim Kürtleri olduğunu anladık; bizim piyade ateşine ehemmiyet vermiyor ateşe devam ediyorlardı, iki makineli tüfek indirip üzerlerine makineli tüfek ateşi yağdırmaya ve birkaç da top atmaya başlayınca, 80 – 100 kadar beyaz donlu insanın kaçmaya başladıklarını gördük, ele geçen yaralılardan aldığımız malumata göre bizi küçük bir müfreze zannederek tüfeklerimizi alıp Dersim’e kaçmak üzere bu teşebbüse giriştiklerini, fakat makineli tüfek ve top seslerini duyunca büyük bir kuvvet olduğumuzu anlar anlamaz kaçmaya başladıklarını söylediler. Piyade tüfeğine ehemmiyet vermiyorlar, makineli tüfek ve toptan çok korkuyorlardı; makineli tüfeğe binbaşının deli tüfeği, topa da padişahın tüfeği diyorlardı.

Bu Kürtler’den bir kısmı öldü, yaralı olan 10 kadarını esir aldık, bir kısmını da kaçarak canını kurtardı. Akşamüzeri Kemah kasabasına girdik.

Bizim taburumuza Keklikkıran denilen bir mevkide mevzi’e girmemiz emri verildi, evvelce hazırlanmış olan siperlere girdik ve gereken tertibatı aldık, karşımızda 800 – 1000 metre mesafede bulunan tepeleri de Ruslar işgal etmişti, dürbünle yaptığımız tarassut neticesinde Ruslar’ın cepheye mütemadiyen asker soktuklarını ve tepelerde kum gibi asker yığınları bulunduğunu görüyor ve çok şiddetli bir muharebenin eşiğinde bulunduğumuzu anlıyorduk.

Rıfat Erdal, Savaşta arkadaşlarıyla birlikte.

YARALANIYORUM

Gece sükunetle geçmekle beraber sabaha bir saat varken Ruslar tarafından siperlerimize müthiş bir top ve makineli tüfek ateşi başladı; ortalık ağarırken karşımızdan üç, dört kademe halinde Rus piyadesinin yürümekte olduğunu görüp, askere muhtelif nişangâhlar verdik. Ben, atışlarımızın etkisini görmek üzere siperden doğrulup bakmaya çalışırken, sağ omzuma adetâ bir balta ile vurulmuş gibi bir şey hissettim, sağ kolum düştü ve ben, siperin içine yuvarlandım; sağ omzumdan ılık ılık kan akıyordu… Vurulmuştum. 1916 yılının 15 Temmuzuydu.

Bu yaranın beni öldürmeyeceğini, yalnız kan kaybından ölmek ihtimalini düşünerek derhal yaramı sardırmak üzere sargı mahalline girmek istedim; nerede ise Ruslar süngü hücumu ile siperlerimize gireceklerdi; gizli yolumuz, bulunduğum sipere uzaktı. İkinci bir yara almayı ve şehit olmayı göze alarak kendimi siperlerden dışarı atıp bir müddet yuvarlandıktan sonra kalkıp geride bulunan sargı mahalline koşarak yetiştim. Tabur doktorumuz Yüzbaşı Kemal Bey yaralıları sarıyordu. “Aman doktor yaramı çabuk sarınız, kan kaybediyorum” dedim.

Doktor yaramı sarmaya çalışırken Ruslar siperimize girdi. Bu durumda doktor da, ayağı tutan yaralılar da kaçmaya başladı, ben de sol elimi yaramın önüne kapatmış, kaçıyordum.

Kan kaybından takatim kesilmeye başlamıştı. Bir süre sonra yabani bir armut ağacının altına oturdum; gözümün önüne kırmızı, yeşil yıldızlar yağmaya başladı; şehâdet getiriyordum. Bu anda karşımda, bölüğümüzün sıhhiye çavuşu Rizeli Mustafa Çavuş’u gördüm.

–   Aman efendim ne oturuyorsun?
Dedi

–   Azrail’i bekliyorum dedim ve yaramı gösterdim.

Hemen sırtından sıhhiye çantasını indirip, yaramı mükemmelen sardı ve sağdan soldan birkaç sıhhiye eri bulup, beni bir sedyeye yatırdılar, gerisini bilmiyorum.

Gözümü açtığım zaman ahşap bir evin odasında, tahta bir masanın üzerinde yattığımı ve başında beyaz gömlekli Saadeddin Bey isminde doktor yüzbaşının, “Gazan mübarek olsun, geçmiş olsun arkadaş” dediğini ve elindeki pense doladığı pamuğu, tentirdiyota batırıp önden ve arkadan yaramı temizlediğini gördüm.

Doktor yarayı temizledikten sonra, büyük sargı bezleriyle sardı. İki günden beri boğazımdan bir lokma geçmemişti. Hasta bakıcı erler bana bir kâse un çorbası getirip yattığım yerde kaşıkla ağzıma akıtıyorlardı, o geceyi fevkalâde ıstırap içinde geçirdim. Meğerse köprücük kemiğim kırılmış…

Hastaneye geldiğimin üçüncü günü sağ omzumu alçıya koydular. 15 gün sonra alçıya aldılar, bir hafta sonra da yaram kapandı. Ama doktor sağ kolumu bir askı ile boynuma asıp, hiç kıpırdatmamamı tavsiye etmişti. Oturduğum yerde on gün daha geçirdim, sıhhiye erlerinin yardımı ile tuvalete gidebiliyor, diğer zamanlarımı yatakta geçiriyordum, hastanede bir buçuk ay kaldıktan sonra, üç ay hava değişimi ile taburcu edildim.

Beni Refahiye’de tedavi eden mükellef Yüzbaşı Doktor Sadeddin Bey’le 30 sene sonra Gönen’de karşılaştık. Ben, Kaymakamdım, O da, Hükümet tabibi. O acı günlerin hâtırasını canlandırdık.

Yaralanmadan evvel 70 kilo idim, hastaneden 45 kilo olarak çıktım ve Sivas’a geldim. Hava değişimi müddetim dolunca kıtama iltihak etmek üzere cepheye hareket ettim; Refahiye’ye geldiğim zaman, ordu mevcudunun düşmüş olması, bölüklerin 40 – 50 kişiye inmesi sebebiyle, 9, 10, 11’nci kolorduların birleştirilerek Birinci Kafkas Kolordusu namıyle bir kolordu teşkil edilmiş olduğu, kolordu numaralarının tümenlere, tümen numaralarının alaylara ve alay numaralarının ise taburlara verildiğini ve bu teşkilât sebebiyle bizim kıtamızın 9. Tümen, 28. Alay, 83. Tabur olduğunu ve taburumuzun Salot köyünde bulunduğunu öğrendim.

Teşkilât dolayısıyle bölüklerin mevcudu ikişer yüz kişi olmuştu, bizim bölük kumandanımız yine Yüzbaşı Rüştü Bey’di, bölükte benden başka mülâzım Trabzonlu Şahap, zâbit vekili Oflu Hüseyin Efendiler vardı. Bütün cephe sakindi. 10 Kanunuevvel 1916 tarihinde mülâzımlığa (teğmen) terfi ettim, aynı zamanda harp madalyası ile de taltif edildim. İlkbahar başlar başlamaz alayımızı Melikşerif’in üzerinde ve Çardaklı’nın en yüksek dağı olan ve 2.500 râkımında bulunan Karadağ’a aldılar. 1917 Şubat ayına kadar bu dağda kaldık, senenin dokuz ayını kar içinde geçirdik.

Karadağ’da geçirdiğimiz bir seneden fazla zaman zarfında, mahrumiyetlerin en ağırına katlandık. Benliğimizi kaybetmiş, âdeta yamyamlaşmıştık. Üzerimizde elbise, sırtımızda çamaşır kalmadığı gibi, askerin ve askeri zâbitanın ayağında çarık dahi kalmamıştı. Saç ve sakallarımız uzuyor, on beş günde bir, kör bir ustura birbirimizi traş ediyorduk. İaşe durumu o kadar daralmıştı ki, 800 mevcutlu bir tabura her gün zayıf bir sığır kesiliyor, bundan yapılan tuzsuz çorbadan her ere ancak beş, altı kaşık isabet ediyordu. Kesilen sığırın derisi, dört parçaya ayrılıp, bölüklere veriliyor, bu parçaları toprak ve gülle iyice yoğurup askerin yırtılmış olan çarıklarına yama olarak veriyorduk. Toprakla yoğurmazsak, asker bunu ateşte közleyip yiyordu. Bu arada Almanlar’ın işgal ettiği Belçika’dan müsadere ettikleri hâki ceketlerle kadife pantolonlar geldi. Bir ceketle, bir pantolon da bana verildi. Bunları giydiğim gün âdeta smokin giymiş gibi sevindim.

ENVER PAŞA’NIN TEFTİŞİ

1917 Eylül ayı ortalarında Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın Karadağ mıntıkasını teftiş edeceği gün ve saat bildirilmişti. Bizim taburda Enver Paşa’yı karşılamak üzere bir ihtiram bölüğü hazırlandı. Bu bölük, taburun diğer bölüklerinden seçilmiş, üstü başı oldukça düzgün ve gösterişli çavuş, onbaşı ve erlerden müteşekkildi. Bölüğe, üçüncü bölük kumandanı Yüzbaşı Hamdi Bey kumanda edecekti; üç takım zabiti olarak ayrılan mülâzımlar arasında ben de vardım, üçüncü takımın başında idim.

Enver Paşa, yanında erkan-ı harbiyesi ve yâveri Kurmay Yarbay Kazım Bey (merhum Orgeneral Kâzım Orbay) olduğu halde geldi. Biz ihtiram kıtası olarak başkumandan vekilini selamladık, askerin hatırını sordu. Her mülâzımın önüne gelince elini sıkıyor, ihtiyat veya muvazzaf olup olmadığımızı, yara alıp almadığımızı ve ne zamandan beri cephede bulunduğumuzu soruyordu. Benim önüme geldiği zaman künyemi söylemek suretiyle kendimi takdim ettim, ihtiyat mülâzımı olduğumu, iki yara aldığımı ve iki seneden beri cephede bulunduğumu söyleyince, yâveri Yarbay Kâzım Bey’e işaret ederek yakama bir gümüş liyakat madalyası taktırdı. Birinci Dünya Harbi’nde aldığım harp ve gümüş liyakat, İstiklâl madalyalarımı, kadife bir yastık üzerine asarak, evimin bir köşesinde muhafaza ediyorum. Çocuklarıma ve torunlarıma bırakacağım en büyük servet bunlardır.

Bölük kumandanım Yüzbaşı Rüştü Bey, Ruslar’la bizim aramızda bulunan İkisivri mıntıkasına müfreze kumandanı olarak tâyin edilmiş ve bölüğün kumandası da bana verilmişti. Solumuzda Yanık Vadisi denilen geniş bir vâdi vardı; burası çok tehlikeli bir mıntıka idi; bizden evvel Karadağ’da bulunan kıtadan bir bölüğü Ruslar bu vadiden esir alıp götürmüşlerdi, bu sebeple vâdiye baştan başa tel örgü gerilmişti. Muhafazası için de birer hafta müddetle bir bölük bu vâdiyi bekliyordu. Sıra benim bölüğe gelmişti.

Nöbeti teslim aldığımızın üçüncü gecesi bir Rus yüzbaşısı bize iltica etti, tel örgünün ilerisindeki takıma iltica eden yüzbaşıyı, takım kumandanı arkadaş, bir onbaşı ve dört er muhafazasında bölüğe gönderdi, ben, yüzbaşıyı siperler içinde teslim almakla beraber, Ruslar’ın bu yüzbaşıyı geri almak için bize bir baskın yapmaları ihtimalini düşünerek bütün bölüğü ikaz edip, siperlere uyanık durmalarını sıkı sıkıya tenbih ettim. Durumu tabur kumandanına haber verdim ve Ruslar’ın bize baskın yapmaları ihtimaline karşı beni bölükle takviye etmesini rica ettim. Biraz sonra tabur kumandanı telefonla bölüğün yola çıkarıldığını söyledi.

Bölük gelinceye kadar ben, yüzbaşıyı sorguya çektim. Yüzbaşı 27 – 28 yaşlarında sarışın bir adamdı, bölükte epeyce Karadeniz çocukları vardı. Bunlar vaktiyle Rusya’ya gidip geldikleri için Rusça biliyorlardı, onların tercümanlığı ile yüzbaşıya niçin iltica ettiğini sordum. Kendisinden daha kıdemsiz bir yüzbaşıyı tabur kumandanı yapmaları üzerine, üst kademelere itiraz ettiğini, itirazı dinlenmediği gibi, kendisinin de Alman cephesine gönderilmesi için emir verildiğini öğrenince Alman cephesine gitmenin ölmek demek olduğunu düşünerek, âlicenap olduğuna inandığı Türk ordusuna ilticaya mecbur olduğunu söyledi ve üzerinde bulunan tabancasını, dürbününü, harita çantasını, kol saatini ve bir deste Rus parasını çıkarıp önüme koydu. Ben, tabanca, dürbün, haritanın harp vasıtası olmaları itibariyle alıp tabura göndereceğimi, kol saati ile paraların kendisine ait bulunduğu için onları almayacağımı söyledim, saat ve paraları iade ettim.

Biraz sonra beni takviye edecek bölük geldi, yüzbaşıyı, bir manga asker refakatinde tabura gönderdim. O gece sabaha kadar gayet müteyakkız bulunduğumuz halde, Ruslar’da bir kıpırdama olmadı.

1918 KIŞI

1918 yılında kış çok şiddetli başlamış, günlerce yağan kar, bir metreyi bulmuştu. Asker ve zâbitan yaz aylarında hazırlanmış ve oldukça tahkim edilmiş zeminliklerde barınıyorduk. Yakacak yoktu. Erler birbirlerinin nefes sıcaklığında, zeminliklerde yatıp kalkıyordu. Fırtınalı gecelerde zeminlikleri kar kapatıyor, sabahleyin zeminliklerin yerini bulmak mümkün olamıyordu. Bu sebeple zeminliklerin kapıları önlerine uzun sırıklar diktirip, fırtınadan kapanan zeminlikleri bu sırıkların yardımıyla bulup açarak, askeri dışarı çıkarıyorduk.

Ruslar’la aramız iyi idi. Birbirimize silâh atmıyor, hattâ bazen karşıdan karşıya konuşuyorduk; siperlerimiz arasında 7 – 8  yüz metre mesafe vardı. Bir derenin karşı tarafındaki tepelerde Ruslar’ın bu taraftaki tepelerde de bizim siperlerimiz vardı. Kar yağmadan evvel sabahtan öğleye kadar biz, dereden su alıyorduk, öğleden sonra da Ruslar. Resmi olmamakla beraber Ruslar’la adetâ bir mütareke akdetmiş gibi davranıyorduk. Bazen da birbirimize yaklaşıp, Karadeniz çocuklarının tercümanlığı ile konuşuyorduk.

Rus subay ve erleri kendi hükümetlerinden acı acı şikâyet ediyor, harpten bıkmış olduklarını ve bir ihtilâlin arifesinde bulunduklarını, pek yakında cepheyi terkedip memleketlerine döneceklerini söylüyorlardı.

Bizim ordu, ileri hareket hazırlığına başlamıştı. 10 Şubat 1918 günü alaydan aldığımız emir üzerine askeri yürüyüşe hazırlanmaya başladık. Tabura 15 mekkâri yükü peskimet ve kavurma gönderildi, bu erzakı askere dağıtıp, üç günlük erzak olduğunu, yürüyüşe başladığımız günden itibaren yenmeye başlanacağını sıkı sıkıya tenbih ettik, 15 Şubat 1918 günü Erzincan istikametinde yürüyüşe geçmemiz emri verildi.

Rıfat Erdal silah arkadaşlarıyla beraber (x işaretli)

ERZİNCAN’A DOĞRU

Sabahın erken saatlerinde tabur hazırlandı; her sabah Rus siperlerinin gerisinde bulunan zeminliklerden yanan ocakların dumanı görüldüğü halde, o gün duman görmediğimiz gibi, siperler üzerinde hiçbir canlı göremedik. Ruslar çekilmiş miydi yoksa!?… Yine de öncü tertibatı alarak siperlere yaklaştık… Evet, siperlerde de, zeminliklerde de kimse yoktu. Ruslar geceden çekilip gitmişlerdi. Biz yürüyüşe devam ediyorduk, fakat karın çokluğundan yürüyüş çok müşkül oluyor, karları göğüsleye göğüsleye yol alıyorduk, hareket ettiğimiz günün akşamına kadar ancak 15 kilometre yol alabilmiştik.

Asker neşelenmiş, sefaleti, yorgunluğu unutmuş, bir an evvel şehir ve kasabalarımızı işgal etmek, oradaki vatandaşlarımızı Ermeni katliamından kurtarmak istiyordu. Şubatın 15 ve 16’ıncı gün ve gecelerini yürüyerek, Erzincan’a 10 kilometre mesafede bulunan Yalnızbağlar köyüne girdik, burası büyük bir köy olmasına rağmen, halkı tamamen muhacir olup gittiği için, Ruslar, köyün bütün evlerini söküp, enkazını cepheye taşıyarak zeminlik yapmışlardı. Köyde, bir çatı altı bulamadık, geceyi evlerin harabelerinde geçirerek, ertesi gün yani 17 Şubat 1918’de Erzincan’a hareket ettik. Erzincan civarında zayıf bir Ermeni kuvveti ile karşılaştık. Yarım saatlik bir müsademeden sonra Ermeniler epeyce zayiat vererek kaçtılar. Erzincan’a girdik ve ilk faciaya şehirde şahit olduk. Ruslar çekilince, Rus Ermenileri halktan ele geçen birçoklarını şehit etmişlerdi. Sokak aralarında ölülerle karşılaştık. Türk askerinin şehre girdiğini anlayan, evlerine ve mahzenlere saklanmış olan halk, meydana çıkıp askere yardımcı olmaya başladılar.

Ruslar, Erzincan’da birçok erzak, silâh ve cephane terketmişlerdi. Ambarlar dolusu un çuvalları, et ve balık konserveleri, tonlarla şeker ele geçirdik. Artık erzak beklemeye lüzum kalmamıştı. Ruslar’ın zayıf olarak bıraktıkları hayvanları ele geçirip, götürebilecekleri kadar erzak yükleyip, beraberimizde taşıyorduk. Akşamları konaklayacağımız yerde büyük bir kazanla su kaynatıp, içine 50 – 60 kadar et konservesi ve lüzumu kadar da Ruslar’ın terkettiği peskimeti doldurup papara yaparak askere yediriyorduk. Askerler, çantalarına kilolarla şeker ve muhtelif erzak konserveleri doldurmuştu. Hem bölüğün hazırladığı papara ve diğer erzakı yiyor; hem de kendi çantalarındaki muhtelif erzaktan istifade ediyorlardı.

Bir hafta zarfında asker bayağı kendine geldi; Türk askerinin karnı doyduktan sonra, her türlü müşkülü yener ve hiçbir engel onu durduramaz. Gündüzleri mütemadiyen yürüyorduk. Askerler, bol erzaktan lüzumu kadar istifade edip gürbüzleşmeye başladığı gibi, her yerde bol miktarda bulduğumuz arpa, saman ve hayvan küsbelerinden bol bol yiyen zayıf hayvanlarda semizliyordu.

Erzurum’a yaklaştıkça, Ermeni kuvveti artıyor ve bizimle birkaç saat müsademe etmek cüretini gösteriyordu. Ruslar’ın bırakıp gittikleri bol miktardaki silâh ve cephaneden istifade ediyor ve bize karşı makineli tüfek ve top bile kullanıyorlardı. Piyade tüfeğini iyi kullanıyorlardı ama, makineli tüfek ve topta acemi oldukları tam manâsıyle belli oluyordu.

Çardaklı’dan hareketimizin 15’inci günü, Kötür köprüsünü geçip, Mamahatun ve Aşkale’ye girdik; Erzurum’a taarruz hazırlığı başladı. Ermeniler’in Erzurum civarında bir ölüm – kalım muharebesi yapacaklarını haber alıyorduk. Aşkale kazasının Cinis, Merdiven, Ageyer köylerine girdiğimiz zaman gözlerimizi yaşartan facialarla karşılaştık. Köy halkından birçoklarını camilere ve evlere kapatıp yakmışlardı, bu köylerde sağ kalanlar, bizim askerin köye girmesi üzerine, yangın yerlerinde ölülerini aramaya başladılar. (…)

Rıfat ERDAL


Rıfat Erdal’ın yayın tarihindeki bir resmi. / Rıfat Erdal, Hayat Tarih Mecmuası ziyareti sırasında.

Kaynak :
Hayat Tarih Mecmuası
Sayı: 7 – Ağustos1971, Sayı: 8 – Eylül 1971, Sayı: 9 – Ekim 1971

Arşiv: Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz