1876 yılında At Sırtında Anadolu’yu Gezen Bir Seyyah’ın Erzincan İzlenimleri

0
552

AT SIRTINDA ANADOLU (ERZİNCAN)

Kemah’a yaklaştığımızda Fırat giderek daraldı; pek çok yerde eni otuz metreden fazla değildi. Nehir çok hızlı akıyordu. Ne kadar iyi yüzücü olursa olsun, hızlı akıntının içine düşen herhangi bir insanın sağ kurtulma şansı zayıftır. Sularla birlikte dağ yamaçlarından aşağı sürüklenen iri kayalarla gevşek taşlar, yer yer nehir yatağını tıkıyor, suların akışını bir an için durduruyordu. Nehir kabarcıklar çıkartarak kaynıyor ve çağıldıyor; iri kaya parçalarını öfkeyle kamçılayıp, bunların üzerinden sıçrıyor en az bin üç yüz metrelik bir düşüşle ummana doğru akıyordu.

Kemah kaymakamı ile birkaç arkadaşı kasabanın varoşlarına yakın bir yerde cirit oynuyorlardı. Çok hoş bir manzaraydı. Güneş karla kaplı dağların üzerinde batmaktaydı; nehir ayaklarımın altında akıyordu; parlak renkli bitkiler, çeşitli renklerde kayalar her iki taraftan, bize tepeden bakıyordu; çağlayanlar aşınmış kayalıkların üzerinden sıçrayarak geçiyordu; bu esnada oynadıkları oyundan büyük heyecan duyan kaymakam ile yanındakiler, atlarını birbirlerinin üzerlerine sürüp tahta oklarını fırlatırlarken “Allah! Allah!” diye bağırıyorlardı.

Kaymakam bizi görünce oynamayı bıraktı, atıyla yaklaşarak zaptiyeye kim olduğumu sordu. Sabahtan beri aralıksız talim yapıyorlardı. Kaymakamın bütün erkekleri askere alması için İstanbul’dan emir gelmişti. Bölgedeki eli ayağı tutan her erkek derhal gönüllü yazılmıştı. Kemah’a girer girmez, kasabanın hemen arkasında minyatür bir Cebelitarık olabilecek yüksek bir kaya çekti dikkatimi. Yaklaşık yüz elli metre yüksekliğindeydi; doruğundaki yıkık kale, Fırat ile kasabanın üzerinde sivriliyordu.

Kaymakamla arkadaşlarının bindikleri atlar güzeldi. Cinsleri, İstanbul’dan çıkalı beri yolculuğum boyunca gördüklerimden çok farklıydı. Çoğunun boyu on beş karıştı, bir ikisininki on altı karışın üzerindeydi. Sorduğumda bunların Türkmen atları olduğunu öğrendim. Bölgedeki atların çoğunun, Erzurum’da bulunan ordunun kullanımı için devlet temsilcileri tarafından satın alındığını öğrendim ayrıca.

Kemah’taki evlerin büyük bölümü kerpiçti. Kova sarkıtmak için yüksek kol demirleri, uzun demir zincirleri olan çok sayıda kuyu gördük yolumuzun üzerinde. Bir mümin, tepemizdeki bir kuleye çıkmış, Müslümanları namaza çağırıyordu. Tutturduğu yüksek sesli fakat hüzünlü makam, Muhammed ve İngiliz uşağım tarafından büyük dikkatle dinlenmekteydi. Anlaşılan Muhammed, dikkatsizlikten öğle namazını atlamıştı. Radford, Türk, bu unutkanlığını o akşam daha uzun namaz kılarak telafi edecek, bu yüzden atlarla ilgilenemeyecek, diye biraz telaşlanmıştı.

Kemah 800 haneliydi nüfusu yaklaşık 4.000’di. Bütün yörede bol miktarda arpa yetiştiriliyordu. Beş atımın bakımı günde yedi peniyi aşmıyordu.
(…)
Ertesi sabah kaymakam beni uğurlamak için şafak vakti kalktı. Yolda bize biraz eşlik etti. Ufak kulelerin altında atlarımızı sürerken ay, soluk ışıklarını eski kalenin üzerine yansıtıyordu. Birkaç dakika içinde dar, ahşap bir köprünün üzerinden Fırat’ı geçtik, kısa bir mesafe dağlardan ilerledikten sonra tekrar nehrin aktığı vadiye geldik. Burada çok sayıda yeşil tarla vardı. Yörenin yaz mevsiminde mısır ve arpa bakımından zengin olduğu söylenir. Verimli meralarda otlayan yüzlerce sığır ve koyun kasabalıların zenginliğini kanıtlıyordu.

Erzincan’a on bir saatlik yol vardı. Şehre yaklaştığımızda atlarımız fena halde yorgunluk belirtileri gösterdiler. Aslında bunun şaşılacak bir yanı yoktu. İstanbul’dan çıkalı beri bin altı yüz kilometre yol kat etmişlerdi. Yalnızca kar ve sürekli dağlara tırmanmamız nedeniyle değil, aynı zamanda yüksek irtifada bulunmamız, atmosfer yoğunluğunun azalması yüzünden son üç yüz elli kilometre fevkalade yorucu geçmişti. Radford güçsüzleşmiş, doksan kilodan yaklaşık yetmiş kiloya düşmüştü. Giysileri incelmiş bedenine bol geliyordu. Erzurum’a varabilmek için kesinlikle dinlenmeliydi.

Erzincan’ın dış mahallelerine girdiğimizde yol çok daha iyileşti. Dört tekerlekli bir gezinti arabasına binmiş birisi tarafından karşılanınca şaşırdım. Bu kişi, Sivas valisi İshak Paşa’nın adamı olduğunu açıkladı. Vali kendisine yazıp Erzincan ziyaretim süresince onun evinde kalmaya söz verdiğimi söylemişti. Bir uşak yanıma gelip atımı aldı; attan indim, araca binip paşanın konutuna gittim.

Güzel Ermeni kadınlar evlerinin damları üzerinde ayakta duruyorlardı. Örtünmek konusunda Sivas’taki Ermeniler kadar titiz değillerdi. Geçenleri meraklı gözlerle seyrediyorlardı. Paşanın binek arabası Erzincan sokaklarında pek sık görülmüyordu. İki yüz kilometrelik bir alan içindeki tek araçtı. Yalnızca devletle ilgili bir olayda, dini törenlerde ya da çok önemli bir konuk geldiğinde çıkarılıyordu dışarı. Bu durum Erzincanlı hanımların dikkat kesilmeleri için yeterliydi; uşağımla benim üzerimizdeki Avrupai giysiler meraklarını daha da kamçılamıştı.

Erzincan, her ikisi de birer dağın yamaçlarına kurulu olan Ağın ve Arapkir kasabalarından farklıdır. Büyük bir ovanın ortasında yer alır; ovanın içinden, şehrin birkaç kilometre güneyinden – Fırat’ın burada aldığı isimle – Karasu akar.

Sonra çok zeki bir Türk’le tanıştım. Binbaşı rütbesine sahip bir askerdi ama Anadolu’daki askeri birliklere postal sağlamak amacıyla kurulmuş büyük bir imalathanenin yöneticiliğini yapıyordu. Üç yıl Fransa’da kalmış, orada söz konusu üretim dalıyla ilgili her şeyi öğrenmişti. Ayrıca iyi bir kimyager ve mineraloji uzmanıydı.

Erzurum civarında abanoz ormanları bulunduğunu söyledi bana. Ağaçların büyük bölümü eskiden Ermeni tüccarlar tarafından satın alınıp Fransa’ya gönderilmiş. Son yıllarda bu üretim kolu ihmal edilmişti. Buralardan demir, gümüş ve altın çıkarılabilirdi, ama halk bu madenleri arayamayacak kadar tembeldi. Kurşun madenleri küçük çapta Kürtler tarafından işletiliyordu. Dağlı halkın mermiyle tüfek saçması elde etmek için gereksinimi vardı bu maddeye. Anadolu şehirlerindeki kurşunun tamamı İstanbul’dan getirilmekteydi. Dolayısıyla da çok pahalıydı. Bu durum, Kürtleri ayaklarının altındaki madenden yararlanmaya itmişti. Bana bilgi veren kişinin söylediğine göre, Kemah civarında iyi kalitede kömür vardı. Ancak köylüler bu maddenin günün birinde maddesi olarak odunun yerini alabileceği fikrinden hoşlanmazlar. Ağaç kesmek madencilikten daha kolay bir iştir. Köylüler, şehirde yaşayanların kömür yakmamaları için ellerinden geleni yaparlar. Dağlardan getirdikleri odunları şehirlere büyük kâr oranıyla satarak kazanırlar hayatlarını.

Devlet, Anadolu’da işletilen tüm madenlerin net ürünü üzerinden yüzde yirmi; koyun, öküz ve atların Pazar satış fiyatları üzerindense sadece yüzde iki buçuk oranında vergi almaktadır. Neticede halk, sığır beslemek, hazine bulmak için toprağı kazmaktan daha kârlı ve daha az zahmetsiz, diye düşünmektedir.
Sivas paşasının bir akrabasını ziyaret ettim. Şişman ve iri yapılı, orta yaşlı bir beydi. Ziyaretim sırasında hasta yatağında yatıyordu. Beni odasına götürdüler. Onunla sohbet ederken İtalyan bir doktor hastayı görmeye geldi. Doktor bey Erzincan’daki tek Avrupalıydı, yarım yüzyıldır buradaydı; söylediğine göre yaşı doksan ikiydi. Yaşlı adamın görüntüsü, iddiasını yalanlıyordu. Benimle hemen anadilinde konuşmaya başladı.

“Hastanın nesi ver?” diye sordum.
“İçki, sayın bayım, içki!” dedi yaşlı beyefendi. “O kırk yaşında bense doksanı aştım ama Türklerin dediği gibi inşallah ben ondan daha uzun yaşayacağım. Üst sınıfa mensup Müslümanlar alkol kullanmasalar, bu nefis iklimde sonsuza dek yaşayabilirler. Ancak kadın ve şarap yüzünden ömürlerini en az otuz yıl kısaltıyorlar. Bey İstanbul’da yaşıyor olsaydı on yıl önce ölürdü.”
“Neden?”
“İklim yüzünden. İçmekten vücudunda ödem oluşurdu.”
“Neden bahsediyorsunuz?” dedi hasta adam.
“Yörede ne kadar ünlü olduğunuzu, herkesin sizi ne kadar çok sevdiğini söylüyordum beyefendi!” dedi doktor.
Hasta adam kibarca gülümsedi ve yaşlı beyefendi şöyle devam etti:
“Sohbet konumuzu sezseydi benim için kötü olurdu. Bana bir daha iş vermez, anatomiden pazardaki kasap kadar anlamayan, enflamasyon vakalarını hastalarını yakarak tedavi eden o kör cahil Türk pratisyen hekimi çağırabilirdi.”
“Ne! Beyin ayağını mı yakardı?” diye sordum.
“Tanrı bilir! Ama bey izin verse hiç düşünmeden yapardı.”
Ardından doktor, hastanın nabzını ölçtü, bir-iki kelimeyle avutup ilaç yollama sözü vererek odadan çıktı.

Erzincan’ın sivil valisi Mutasarrıf Paşa’yı ziyaret ettim. Altmış yaşlarında gösteren, hareketli, ufak tefek, enerji dolu bir adamdı. Yaradılışında Osmanlılıktan çok Gallilik vardı sanki. Daha önce Vidin’de sivil valilik yapmıştı. Bu işle görevli olduğu dönemde emrindeki kimi zaptiyeler bir Rus’u tutuklamışlardı. Rus’un üzerinden Bulgaristan’da devrim yapmak amacıyla Moskova’da kurulmuş bir cemaatin ajanı olduğunu açıkça ortaya koyan belgeler çıkmıştı. O zamanlar Abdülaziz padişahmış, Mutasarrıf Paşa belgeleri İstanbul’a iletmiş. İgnatiev’in padişah üzerindeki etkisi o zamanlar doruk noktadaymış. Evraklar dikkate alınmamış. Çok kısa bir süre sonra da paşa Vidin’deki görevinden alınıp Erzincan’a gönderilmiş.
(…)
Ertesi gün Türk binbaşıyla yürüyerek postal imalathanesini görmeye gittim; imalathane şehrin varoşlarında büyük bir binaydı. Dört yüz elli adam çalıştırılıyordu.
Ayakkabıcılar binanın dışında iki sıra halinde dizilmişlerdi.

Talimden sorumlu subay adamlarına süngü çalışması yaptırmaya başladı. İzleyiciler arasında şehirden pek çok insan vardı. Adamların gayretle havayı süngülemelerinden büyük keyif alıyorlardı.

“Ah keşke!” diye karşılık verdi arkadaşı. “Sırf postalcılarımız bile bütün Kazakların betini benzini attırıp kaçırtmaya yeter!”

İmalathane temiz ve çok düzenliydi. Önceki iki ay süresince kırkbin çift postal yapılmıştı; refakatçime Erzurum’a 12.000 postal daha göndermesi için yetkililerden talimat gelmişti. Emir henüz yeni çıkmıştı ve acildi. Neticede normal şartlar altında dört ay süreyle tabaklanması gereken deriler yalnızca beş hafta suda bırakılmıştı. Binbaşı kendisine tabağı öğütecek makine ve buharlı kesici verilmemesinden yakındı, oysa bunlar işini çok kolaylaştıracaktı.

“Konuyu İstanbul’daki yetkililere yazdım,” dedi binbaşı; “aletlerin yola çıktığını bildiren bir yanıt geldi. Muhtemelen savaş bitince gelirler,” diye ekledi ümitsizce. “Bu arada bazı askerlerimiz çıplak ayak yürümek zorunda kalacaklar.”

İmalatta kullanılan iplik Finlayson, Bousfield and Co. Adında Glasgow’lu bir İngiliz firmasından geliyordu. Binbaşı bana paketlerden bazılarını gösterirken şöyle dedi: “Eskiden Fransız ipliği tedarik edilirdi. Şimdi kullanılandan biraz daha ucuz bir türdü; ancak birkaç denemeden sonra İngiliz malın üç kat daha dayanıklı, dolayısıyla uzun vadede çok daha ekonomik olduğunu anladım.”

İşletmede imal edilen postallar, ayak bileğinin epey yukarısında bağlanacak şekilde, çok kalın tabanlı yapılıyordu. İngiliz birliklerine dağıtılanlardan çok daha ağırdılar, uzun bir yürüyüşte askerleri büyük olasılıkla yorarlardı. Bir odada bir-iki Ermeni ve Türk delikanlı dikiş makinelerini çalıştırmaktaydı.
İmalathanedeki tüm işçiler parça başına ücret alıyorlardı. Oğlanlar günde bir ila beş kuruş, kimi adamlarsa kırk kuruş kazanabiliyorlardı. İşlerin yoğunluğu nedeniyle işçiler, on dört saat imalathanede, iki saat de talimde olmak üzere günde on altı saat çalıştırılıyorlardı.

Ardından hapishaneye gittim. Burada ondokuz mahkum vardı. On yedisi Müslüman, ikisi Hıristiyandı; Hıristiyanlardan biri kalpazanlıktan, diğeri ise karısını öldürmekten tutuklanmıştı.

(…)
O gün daha sonra mutasarrıf evime uğrayıp hemen en sevdiği konuya, politika konusuna girdi.
(…)
Paşa enerji dolu bir adamdı, şehirdekiler tarafından çok seviliyordu. Erzincan’a geleli sadece birkaç ay olmuştu. Sokakları makul bir düzene sokacak, Şehri Anadolu’nun en temiz şehirlerinden biri haline getirecek zamanı bulmuştu. Yörede yetişen pamuktan kumaş yapmak amacıyla makineler satın almayı arzuluyordu. Halihazırda ham pamuk İngiltere’ye gönderilmekte, gerekli mallar orada imal edilmektedir. Paşa tüm bu masraftan kurtulup işin yerinde yapılmasını istiyordu. Düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla bir şirket kurmayı denemişti, ama Erzincan’ın enerjisi yoktu – halk elinde avucunda bulunan az miktardaki parayı riske atmaya korkuyordu; projeyi yürürlüğe koymak olanaksızdı.
Daha sonra Müslüman okuluna gittim.
(…)
Sivas valisi İshak Paşa’nın parasıyla yapılan camii görmeye gittim oradan. Cami üç yıldır inşaat halindeydi ve ancak yarısı tamamlanmıştı Duvarlar, şehre yaklaşık on iki kilometre uzaklıktaki taş ocaklarından getirilen taş ve mermerlerden yapılmıştı. İnşaat bittiğinde Anadolu’daki en güzel cami olacağı söyleniyordu.
Kaldığım eve dönerken İtalyan doktora rastladım.

“Demek camii gördünüz? Dedi.
“ Evet.”
(…)
Doktorun söylediğine göre tüketim malları Erzincan’da fazla pahalı değildi. İyi bir koyun altı şiline, seksen yumurtayı bir şiline, 1 kilo 250 gramlık ekmeği, daha doğrusu Anadolu’da temel gıda yerine geçen ince mayasız hamuru bir peniye, dört kilo patatesi yine aynı fiyata satın almak mümkündü. İyi durumda bir atın fiyatı on sterlinden fazla değildi. Yakacak, diğer tüketim mallarına oranla pahalıydı – mangal kömürünün kilosu yarım peniydi.

“Erzincan yoksulları yaşaması için fena yer değil,” diye ekledi doktor. “Neredeyse yarım yüzyıldır burada oturmaktayım. İnsan yılda 50 sterlin kazanırsa gayet rahat geçinebilir.”

Şehirden ayrılınca Erzurum yönüne giden düzgün bir araba yolu buldum. Yolun düzgünlüğü fazla uzun sürmedi, üç dört kilometre yürüdükten sonra tekrar toprak bir yoldan sürdük atlarımızı.

Kaynak: At Sırtında Anadolu, İletişim yayınları

Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz