Dağlar ve Kartallar

1
560

Tahir Erdoğan ŞAHİN

İlkbaharın güzel bir günün daha güneşi bile doğmadan yola koyulmuştum. Çok, hem de pek çok şeylerden uzak durmak için seçtiğim bir konak yerim vardı. Şu uzun yolları yürüyüp, ormanın içinden geçip, tâ şu bayırı da aştıktan sonra varacağım konağım.

Bunca girdili – çıktılı beşeri münasebetin, olmadık işlerin ve bir o kadar da güzelliğin zevkinden yoksun insanlarla dolu toplumdan uzak bir yerlerin hazzı (kim ne derse desin) sevgiyi, güzelliği sadece oralarda bulanlar için ne kadar da gerekli.

Bir süre için geride bıraktıklarımın bu yerlerle kıyasını yaparken omuzundaki azık torba içindeki çaydanlığın ve bardağın karşılıklı nağmelerini dinliyorum. Çoğunluğun şaheser diye nitelendirdiği bütün müzik sedâları şu anda tek kelimeyle patırtı; çünkü, hiçbirini doyasıya özlediğim Kurtlu – Tepe eteklerine gittiğim anlarda dinlemiş değilim. Yalnızım ve alabildiğine mutluyum.

Hani derler ya, yapayalnız insanlar pekçok şeylerle doludur. Toprak, taş, su ve yemyeşilin ördüğü dağ yollarının en engin zerafeti içinde olmak bir yana, değişik uygarlıkların geçmiş asırlarından kalan değişik izlerini görmek ve onları düşünmek, hissetmekte daha bir başka…

Strabon‘a bakarsanız bu yerlerin Romalılar dönemindeki adı “Carcagis – Carpad” olsa gerek. İlk kez Hristiyanlık Suriye’den sonra Doğu Anadolu’da yayılır. Bu yeni dinin prensipleri o çağın devletlerinin politikalarına ters düştükleri için öncüler “keşişlik” dediğimiz bir hareketin de mucidi olurlar. Bu oluşumu izleyen yılların sonunda nihayet kalıcı dini eserlerin yapımına başlanmıştır. Ama bir şartla; her dini yapı mümkün mertebe yükseklere, kolay kolay uğranılmayacak yerlere kondurulmuş. Zamanla serbest olmuş Hristiyanlık. Fakat bu kezde çevreye hakim bulunan dini yapılar yine muhafaza edilir. Hatta genişletilip bir kısmı da manastıra dönüştürülür. Tıpkı Kurtlu – Tepe üzerinde bulunan (bugün altın hırsına kapılan iğrenç insanların delik değik ettiği) dikdörtgen planlı yapı gibi. Manastır bizde medresenin karşılığıdır.

“Haydar Çelebi”, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’a girişini kaleme aldığı “Ruznamesi” nde “Kurt-Tepe Yaylağı” olarak anılan bölge askeri (ve ticari) yolun geçtiği yerlerden biridir. Kuzey-doğuda ise tarihte “Yassı-Çemen” diye anılan o meşhur Çimen dağlarını görürsünüz.

Yolculuğumuz esnasında Erzincan Refahiye arasında geçmiş iseniz, daha Refahiye‘ye girmeden güneydeki yemyeşil ormanları görmüşsünüzdür. Eh, ihtimal ki ben bu yeşil alana hakim tepenin ta başında eski kervan yollarının izinden geçmişin o güzelim sadeliğini yaşıyorumdur. Ama hiç şüphesiz günde elli-atmış bardaktan az içmediğim çayım da kaynamıştır ya da içiyorumdur o ara.

Binlerce ot ve çiçek türlerinin içinde nice değişik kokuların varlığının hazzındayım. Bana sorarsanız hangi çiçek daha hoş – vereceğim cevap – “yayla çiçeği” olur. Hiç solmayan ve nerde olursanız olun, yüksek dağların kokusunu size ulaştırmaktan bıkmayan yayla çiçeği.

Benden başka buralarda pek çok hareket eden kollu – kanatlı yaratıklar da var. Hem onlar buranın daimi konakçısıdırlar. Bakın biraz önce boz bir tavşan Doksan Üç Harbi sıralarında eşildiği söylenilen Türk siperlerinden birine doğru atlayıverdi. Bu siperler Ermeni ayaklanmaları sırasında da çok işe yaramış olsa gerek.

Tepenin sırtındaki mezarlardan iki tanesi Türk mezarı. Rivayet edilir ki, bir yüzbaşı (veya o rütbeye yakın birisi) burada şehit olmuş. Son yirmi-otuz yılda Hıdır Ellez‘in İslami tavrını biraz daha pekiştiren de bu mezar, yani ziyaret. Kim olduğu bilinmiyor. Bilinen o ki, hiç bir Türk köyü yatırsız olmaz. Eğer öylesi bir yer varsa, Türk köyü olmaktan uzak demektir.

Hıdır-Ellez’den söz açmışken biraz da tâ çocukluğum sırasından kalma hayal-mayal hatırladığım bir ziyaret gününü size aktarmak isterim. Aklıma geldikçe içimi sızlatan konulardan biri de budur.

Zannedersem on yılı aşkın bir zaman bizim köylüler bu eşsiz (Kurtlu-Tepe) dağın güney yamacındaki çayırlarla çevrili yere kurdukları yere gelmez oldular. Benim şöyle-böyle hatırlayabildiğim yayla şölenlerinden en sonu yaklaşık ondört sene önceye ait.

Yaylaya sabahın çok erkeninde kağnı arabalarına yüklenen göç hacatlarıyla (bunların büyük bir bölümü süt mamullerinin elde edilmesi için gerekli malzemelerdir) yola çıkılmıştı. Biz çocukların görevi bundan böyle yayla civarında otlatacağımız kuzuları götürmekti. Yer yer büyüklerin izlediği ana yol civarına da sokulur, çocuklar olarak kimin mazısının daha iyi bağırdığına değin tartışmalar yapardık.

Yaylaya gidişin, yeni bir nizamın kuruluşunun velhasılı pek çok işlemlerin teferruatına girmeden, o sıralarda yapılan ziyaret günü şölenini anlatayım. Zannedersem yaylacıların ilk bir haftalık süresi sonunda “ziyaret günü” gündeme geliyordu. O gün yaylaya kulübelerinin önündeki düz çayırlık sekiz-on ve belki daha fazla sayıdaki yemek sofralarıyla kaplanırdı. Etler, pilavlar, çorbalar, kaymaklar… Öğlene doğru yapılan bu yemek ziyafetini toplu bir yürüyüş izler ve yediden-yetmişe herkes elinde genellikle su taşımaya elverişli kap-kacakla kuzeyde up-ulu duran Kurtlu Tepe‘ye doğru dizilirdi.

Çakılların, otların ve az sayıda çam ağaçlarının ördüğü tepe hayli dik sayıldığından bilhassa yaşlı kadınlar yer yer durup soluklanmak zorunda kalırlardı. O zamanlar temaşa ettiğim ve bugün de anladığım kadarıyla bütün köylü öylesine birbirine yakın ve samimi idi ki, aynı köyün insanları olmak bir yana sanki tek bir ailenin mensubu fertlerdi. Yarı göçebe tavrında olan köyün geçmişte “Türkmen(e)n Yörükâ (leri)n” olduğuna ilişkin kayıt Başvekalet Arşiv Kayıtlarında mahfuzdur.

Kurtlu Tepe‘yi ilk görüşüm. Sanıyorum henüz ilkokula gitmiyordum. Çocukluk hatıraları kolay kolay silinmediği için bazı şeyleri zihnimde canlandırabiliyorum. Nasıl hatırlamam, o gün Kurtlu Tepe’den başka hiçbir yeri öylesine ne sevdim ve ne de başka yerlere ikamet etmeyi düşündüm. Ama ne ki, senelerdir “hiç değilse yazları bir aylığına oralarda bir aylığına kamp yapmam gerek” der der dururum, hepsi o. Kaldı ki, daha kentte ev meselelerimizi çözememişiz. Kendisini çok sevip saydığım Nadir Kaynak’ın sık sık dediği olur: “Yahu bu ev maretinin çimentosu bizde, demiri bizde, taşı bizde, ağacı, toprağı, yeri bizde de yine insanlarımızın birçoğu evsizlikten kıvranıp duruyor. Anayasa(ları)mızda -sosyal devlet- lafzını bilhassa belirtmişken ve de günümüzde insan basit zaruri ihtiyaçlarının ötesinde büyük işler peşinde olmalıyken hâlâ iki odalı bir sobalı meskenin hayali içindeyiz. “Doğru, şaşmamak elde değil.” Eşeği kendi haline bıraksalar kendine barınak edinmede bugünün Türkiye’sindeki insanlardan daha başarılı olur herhalde!.. Ha, bir de çok densiz olan bir söz var, anlamsız iş yapanlar için: “Kuş beyinli adam” diyorlar. Peki ama yuvasız kaç kuş var dersiniz? Oysa ki bilinen en az beş bin yıllık tecrübesi olan zamanımız insanları arasında o kadar yuvasız var ki!..

(…)

Biz yine Kurtlu Tepe’ye dönelim. Sanırım ziyaret yerini anlatıyordum. Her ne kadar tepeye çıkılan yer hayli dik sayılsa da, tepenin üzeri tam aksine tatlı eğimlerle birbirine bitişen geniş tablalar şeklindedir. Bu düz yükseltilerin en hakim ve diğerlerinden daha yukarıda olanına manastır yapılmış. Günümüzde taş yığını haline getirilen bina, bir buçuk metre yüksekliğinde, dikdörtgen duvarları ve bir ara bölümden ibaretti. Taban horasanla kaplı dümdüz bir biçimde. Binanın güneyindeki giriş kapısının basamağı üç-dört kadar beyaz ve bir buçuk ebatında taşlarla donatılı. Bu taşların bir kısmını tepenin güney yamacındaki Alacaatlı Köyünün insanları görürmüş, üçü Cengerli’de. Binada bugün sağa sola serpilmiş hafif beyaz kalker taşların kullanıldığı sanılıyor. Doğudaki kulemsi yapı adi siyah taşlarla örülü. Tabii o da mahv bir biçimde. Aynı dağ silsilelerinin zirvelerinde yer yer bu rastgele yapılışlı kule kalıntılarına rastlarsınız.

Büyükler az ötede mezarların bulunduğu civarda abdest alıp, namaz kılarken, biz manastır (veya kilise) önündeki yaklaşık on beş metre genişliğinde ve bir buçuk metre çapındaki kuyuyu seyrediyoruz. İhtimal ki, asırlar öncesinde su çıkıyordu. Şimdi yarım metre derinliğe sahip.

Nihayet akşama doğru bütün millet yaylaya döndüydü. Ancak, biz çocuklar da birkaçımız diğer köylerin yaylalarından birine inmiş ve herkesten geri kalmıştık. Bu yazıyı yazmama vesile olan ve konumun asıl kahramanları olarak öncesinde tasarladığım kartallarla karşılaşıyorum. İlk o anda başlamıştı bende kartal sevgisi ve kartal heyecanı. Ve her “Kurtlu Tepe” dediğimde mutlak kartalları da hep yanında bellerim. Zira onlar, ancak bir arada oldukları zaman bir bütünü teşkil etmektedirler. Kartallar, en yükseklerin özdeşi ve tenezzülsüz uçan hür kartallar… Kartallar, ıssız, kimsesiz ve yüksek dağların yegâne lideri, vahşi güzelliklerin mihenk taşıdır…

Kartallar, upuzun giden kervan yollarının, derin vadilerin, yemyeşil ormanların, dümdüz yayılan ovaların tek sahibidirler.

Bir gün boyunca ancak iki veya üç kez göz göze gelirsiniz ama bir gününüze hakim olan tek görüntüdür o.

O günkü yolculuğumun sonuna gelmiştim. Azık torbam yine omuzumda, elimde bir değnek Kurtlu Tepe’yi gerilerde bırakıp, yamaç aşağı iniyorum. Sanırım Munzurlardan geliyorlardı, Kurtlu Tepe’ye doğru iki kartal ağır ağır süzülüverdiler.


Tahir Erdoğan ŞAHİN

Aralık 1980 – Yıl: 2, Sayı: 14
Mengüceli Dergisi


Erzincan Nostalji
Arşivi

1 Yorum

  1. BENİM KÖYÜM

    Baharda şenlenir bağı, bahçesi
    Kokusu başkadır benim köyümün
    Unutturur adama gamı, kederi
    Havası başkadır benim köyümün
    XXX
    Akşam olur herkes döner evine
    Can kurban inan ki benim köyüme
    Gülabi’nin torunları derler bizlere
    Özü başkadır benim köyümün
    XXX
    Yeşil yeşil meşeleri var dağında
    Meyve ağaçları çiçek açar bağında
    Her çeşit otlar yeşerir toprağında
    Yeşili başkadır benim köyümün
    XXX
    Köyümün kenarından akar çayı
    Kıvrım kıvrım dolanır sular tarlayı
    Unuttum sanma orda olmayı
    Dostluğu başkadır benim köyümün
    XXX
    Yaz gelince çıkarlar yaylaya
    Gurbetçiler hasretle döner sılaya
    Benden selam olsun Aziz Ağa’ya
    Sevgisi başkadır benim köyümün

    İbrahim SEVİNDİK

Zeynal Erzincanlı için bir yanıt yazın İptal

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz