Değirmenci

0
453

Faruk KÜÇÜKTAŞ

Beydağının başı kardır borandır.
Yar Bu ayrılığın sonu derttir veremdir
Yar bahar gelince mevlam kerimdir
Yar kapandı yollarım gelemem gayrı
Tükendi Mecalim varamam gayrı

Ahtı Gözüm yaşı, Oldu bir ırmak
Bize haram oldu bu yerde durmak
Ne müşkülmüş de yardan ayrılmak
Yar kapandı yollarım varamam gayrı
Tükendi mecalim gelemem gayrı…

Nalbant Baki‘nin merkebine yeni çaktığı nalların çıkardığı ses gittiği yol boyunca taş zeminden dolayı yankı yapıp durdu. İhtiyatlı bir şekilde bir eliyle epeydir hamdan çıkmayan merkebin palanından diğeri ile ip yulardan düşmemek için sıkıca tutuyordu. Yamaçlardan karı erimiş yerlerde eşelenen ve nal seslerinden aniden ürken kınalı keklikler yol boyu birkaç kez ürkütmüştü düldülünü.

Az önce çocukluk yıllarında yankılarını dinlediği Cece Deresinden geçerken “Beydağının Başı Kardır Borandır.“ uzun havasını kendi duyacağı sessizlikle söylemişti. Oysa gençliğinde o akustik mekâna haiz yerden geçerken çok kaideli bir sesle söylerdi bu uzun havayı. Yamacın karşısındaki Gedik Mahallesindeki evlerden bu ses işitilir bazen dinlemek için çorak damlara çıkanlar bile olurdu.

Deliktaş’ın altında yol boyu sekilerde Kırtıl Bekir tarafından dikilen ve Vaslı Köyü menşeli yaklaşık yedi, sekiz yıldırda budanmamış Mehmetoğlu asma üzümü uyandı uyanacak. Taşlar üzerindeki minicik toprak parçasında mor minno çiçekleri yer yer çıkmış. Kardelenlerin son zamanları, ağaçtan örtme bağdadi çevirme bir dam altındaki birkaç kara kovan uyanmış daracık gözünden dışarıya ölmüş arıları tahliye ediyordu. Güneşin geç geldiği dere içindeki bülbüller hala karşılıklı senfonilerini su sesine katarak ötmeye devam ediyorlardı.

Ömrünü geçirdiği bu mekânda bir bahara daha merhaba diyordu Değirmenci İbrahim Hasfat Emi… Sıvası dökülmüş değirmen duvarındaki hatılda çakılı halkaya merkebinin yularını bağlarken kapının yanında pervaza sıkıştırılmış kırık ayna parçasının kirini silip beş köşeli eğin şapkasını çıkarıp terden yapış, yapış olan saçlarına şöyle bir baktı. Anlına düşen perçemdeki karalıkta kaybolmuştu bu sene. Onun hayatında bildiği iki ak vardı: Biri saçları, biri sutaşından çıkan un…

Demirci Palaz Hasan’ın imalatı olan ve kırmızı, yeşil, mavi renk ile örülmüş yün ipe takılı üç dilli anahtarını çıkartıp bereket duası okuyarak çevirdi; “Ya Bismillah” diye… Beş aydır açılmayan kapı kilidi biraz pas inatlığından sonra üç çevirmede zoraki açılmıştı.

Gıcırtılı bir güllap sesinden son açılan kapı ardından keskin bir nem kokusu yayılmıştı. Genzini yakan bu kokuyu özlemişti. Biraz ürkek adımlarla karanlığı aydınlatmak için camların dış kepenklerini açtı. Un taşına takıldı gözleri son güz pırıl, pırıl bıraktığı un taşını çevreleyen geniş sac çemberi hafiften paslanmıştı. Taşın üzerindeki nemlenmesin diye ters duran şak, şak tahtasını düzeltti. Orta direkte çakılı koca öküzün boynuzundan yapmış olduğu çuvaldız haznesindeki bez parçasına sarılı çuvaldızları çıkardı, hala pırıl pırıldı hepsi. Tavandaki örümcek ağlarını hemen temizlemeliydi, hatta geçen sene ihmal ettiği yazısı zor okunan ve çark kolu üzerinde asılı maşallah yazısını bile yeniden yazmalıydı.

El alışkanlığı olacak ki bulgur taşının yanındaki çam direğinin budak deliğine soktuğu zabit kalemin ucunu sivrileyip tekrar yerine koydu.

Gaz lambasının tahta rahlesinin altında hala babasının arapça yazılarından hesaplar duruyordu. Değirmenin yazıya yatkın her köşesinde godik, teneke, ölçek hesabı vardı. Potur Aliye iki ölçek tahıl otu, Herdifli Alişer Usta ‘ya duvar örme bedeli beş teneke, oğlu Kelleci İsmail’e iki yüz kalıp kerpiç bedeli iki teneke unluk, Pire Mehmet’e bir teneke bulgur Elimgulakgill’in nineye yarım teneke pıhbıhlık bulgur, Horto İzzet’e gaz yağı karşılığı üç teneke gendime, Bese’nin Hasan’a hark çıkarma bedeli bir teneke aşlık, değirmen duvarlarında bi tamam sanı ile yazılı her müşteri…

Buğday ambarının üst kenar tahtasında ”Değirmen hakkı on godik buğdaya bir teneke un alınır.” yazısı narhı kendiliğinden konmuş bu kaide yıllarca hiç değişmemişti. Hiç kimse de itiraz etmemişti. Herkes iyi bilirdi ki usul bu idi, değirmencinin buğday öğütme karşılığı aldığı hak onda birdi; ama değirmenci un taşının altında saklı kalmıştır diye aldığı haktan bakır üsküre ölçüsü tekrar geri kor hakkını bir ölçek eksik alırdı. Neme lazım doğruluk kapısında ne gördü ise babasından onu uygulamak lazımdı. ”Haramın binası olmaz sakın ha“ derdi rahmetli.

Nem kokusundan gezini yanmıştı dışarı çıktı su gevarı altındaki yaprakları yeni yeşeren sıra, sıra söğütler dedesin den kalma idi. Anneleri dibek taşında gendime buğdayına su tenelerken, kim bilir kaç nesil uyumuştu çocukluk uykularını söğüt gölgesinde; kim bilir dere çağıltısında ne güzel rüyalar görmüştü çocuklar. Yerli yersiz anıran mısır eşeğinin sesine korkup kaç kere ürpermiştir o minicik yürekleri.

Çok kereler niyetlense de, geleni gideni az olsa bile, hatırasına hasta olduğu baba yadigârı değirmeni hiç kapatmak gelmiyordu içinden. Fukara kapısı kapanır mı hiç? Hem sutaşının ekmeği daha lezzetli değil mi; zaten şimdiki ekmeklere tahıl otu bile katmıyorlar. Hep fenni değirmen unları. Bu yüzden Ekmekçi Sakine’nin bile mahareti lekelendi.

Yıllar önce sabahlara kadar lüks lambaları ile geceleyen insanlar yoktu artık. Artık değirmene gidiliyor diye azık yumurtalı peksimet yapan, Kemah’a has olup babasının da çok sevdiği üzeri ceviz ile süslenmiş ve fırınlanmış kaysı ile yapılan özel tatlı, sıcağı daha soğumamış un helvası getiren de kalmadı. Taze bulgurdan yapılan tereyağlı pilavı bile geçen sezon da bir kere yemişti.

İsli demlik çayı hiç bitmiyordu o zamanlar, semaver bile getiriyorlardı bazıları, şimdi ikindi den ikindiye, yalnız da içilmiyor ki bu meret…

O daha kimseye de kerrat cetvelinde ne usta olduğunu gösteremiyordu, çocuklar bile gelmiyor artık. Sesleri yankılanmıyordu derede. Su yolcusu Selgölülü Salih ile ara sıra taze kuzu ciğeri gönderen Kasap Ali bile unutmuştu onu.

En çok hasret kaldığı yanık sesli gelinler, yaşmaklı, elbisesi sabun kokan gelinler. Dört godik buğdayı kaptı mı buğday ambarına bir kerede dolduran gelinler. Mavi, yeşil naylon ayakkabılı, sakız gibi başı tülbentli gelinler. Hey gidi be… Dereler inliyordu bir zamanlar öğlen yemek sonrası erkeklerin öğle namazı için Soğuk Pınar camisine gitmesini fırsat bilip sesi güzel olan yaşmağının altından utana sıkıla türküsünü söylüyor, ardından akranları eşlik ediyordu.

İncelem ben incelem
İncelem de genc ölem
Niye alam çirkini
Niye alam çirkini
Âleme gülünç olam

Şimdi ikindi zamanı iki çırpı odun ve isli demlikte bir bardak çay yalnızlığında dağılır mı bu gam bu keder, iyi ki yazılar var duvarlarda, iyi ki hali ruhiyeyi dağıtacak izler var bir kenarda ya onlarda olmasaydı. Ot gibi bitip ot gibi yitmez miydik?

Faruk KÜÇÜKTAŞ

(Değirmenci İbrahim Hasfat GÖKALP Emmi’me ithaf olunur.)

Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz