Fırat kenarında Eğin’e seyahat

0
811

MOLTKE’NİN TÜRKİYE MEKTUPLARI
Fırat kenarında Eğin’e seyahat

Malatya, 8 Nisan 1839

Birkaç gün önce küçük bir geziden döndüm. Bu sefer doğrudan doğruya kendi arzumla ve her iki Fırat ordusu arasındaki, henüz hiçbir haritaya şöyle böyle doğru sayılabilecek gibi olsun keydedilmemiş araziyi tanımak maksadıyla dolaşmıştım.

Burada, elli altmış saatlik mesafeden de görülebilen bir nokta olan Munzur dağının yüksek doruğunu trigonometrik doğrular için esas nokta olarak alabildiğim, yolda da pusula elde olarak gittiğim için, harita almada sadece hüküm sürmekte olan ilkbaharın, başka yıllardan çok yüksek olan karlar yüzünden, sarp ve tehlikeli yollarda karşımıza çıkardığı engellerden başka yenilecek bir zorluk yoktu. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın 78 saatlik yolu altı günden az zamanda almak mümkün değildi. Bu sırada atla geçilmesi imkânsız tepelerden kurtulmak için Arapkir’den dolaştım. Burası derin bir boğazda, güzel yemiş ağaçlıklı oldukça önemli bir şehirdir. Fırat’ın değil, hemen onun kadar önemli bir suyun, Arapkir suyunun kenarındadır. Buradan sonra kuzeye doğru, daima Munzur dağının keskin sırtı yönünde ilerledim. Bu bölge bir yayladır ama karlar ve korkunç bir derinlikte açılmış diplerinde ufacık derelerin aktığı boğazlar bunun hatırlatmasa insan bu kadar yüksek bir dağ düzlüğünde bulunduğunun farkına varamayacak. Güneş bu sonsuz gibi görünen kar sathına parlak ışıklarını saçıyor, bu dağ Türk serpuşu insanın gözlerini müthiş kamaştırıyor. Ben tatarların gözlerinin altına barut sürmek âdetini uyguladım. Bu, insanı çok rahatlatıyor.

Nihayet iki köye rastladık, bunlar yan yana gibi görünüyorlardı. Fakat o boğazlardan biri ile ayrılmışlardı. Dik kaya yamacından aşağı inmek ve öte tarafta yeniden yukarı tırmanmak için bir saatten fazla zaman lazım. Monoton manzara Fırat’a yaklaştığım zaman değişiklikler göstermeye başladım.

Şimdiye kadar üzerinden ilerlediğim yayladan Munzur’un yüksek, diş diş, ta Ağustos’a kadar karla örtülü doruğu ne kadar yüksekse, onun eteğindeki uçurum da yayladan o kadar derine iniyor. Bu boğazdan Fırat’ın kuzey kolu akıyor. İnsan birden bire ta aşağıda, dimdik 3000-4000 ayak yükselen kaya duvarları arasına sıkışmış, çağlaya çağlaya akan nehri görüveriyor. Aşağıda vadi o kadar dar ki nehir bunu tamamıyla dolduruyor. Yolu da kayadan oymak ya da barutla açmak lazım gelmiş. Bazen hayli yüksekliklere çıkan bu uçurum kenarındaki patika kışın Ermenistan yaylasıyla Kürdistan arasında işleyebilen tek yoldur. Uçurumun ta kenarından gidebilecekleri için tam da katırların çok hoşlandıkları bir yol. Dik virajları takip ederek hayvanlarımız bizi birkaç dakikada kar bölgesinden aşağıya indirdiler ve çok geçmeden kendimizi tatlı bir sıcaklık içinde bulduk.

Gece bastırdığından yakındaki güzel Habunos (?) köyüne varabilmek için, yeniden oldukça yükseklere tırmanmak zorunda kaldık; parlak bir ay ışığı vardı Fırat da aşağımızda parlıyordu. Karlı tepeler de çok geçmeden ta yakınlarımıza sokularak etrafımızı çevirdiler, bu sebeple ertesi gün, nehirden hemen hemen dik olarak 1500-2000 ayak yükselen kaya duvarı boyunca bir yaya yolundan atla gitmek gibi bir zevke eriştim. Bu yoldan yavaş yavaş yeniden aşağıya indik; kayalar gittikçe birbirine yaklaştı ve yolu, nehrin keskin bir dönemecinde, vadiyi terk etmeye ve sonsuz zikzaklarla adam akıllı yüksek bir tepeye tırmanmaya mecbur ettiler. Sarp sırta varınca insan, önünde yeniden Fırat vadisini ve ta aşağıda Eğin şehrini görüyor. Bu şehirle Amasya benim Asya’da gördüğüm en güzel yerler. Amasya daha garip ve hayret verici, fakat Eğin daha muhteşem ve güzel; burada dağlar daha muazzam, nehir daha önemli. Aslında Eğin birbirine ulaşmış bir sürü köyden meydana geliyor. Bütün evler ceviz ve dut ağaçları, kavaklar ve çınarlarla gölgelenmiş bahçelerin ortasında olduğu için şehir büyük bir alanı kaplıyor. Yukarıdan görüldüğü zaman tamamıyla vadide imiş gibi görünüyor; fakat nehrin kenarına varılınca evlerin bir kısmının yukarıda çeşit çeşit garip şekilli taşlık ve kayalıkların üzerinde kurulduğu ve vadinin dik yamaçlarının ta 100 ayak yüksekliğe kadar meyve bahçeleri ve bağlarla örtülü olduğu görülüyor. Birçok küçük sular dağdan aşağı çağlayarak iniyor. Bunlardan birinin üzerinde beş değirmen saydım, her değirmenin çatısı ötekinin tabanı hizasında idi, öyle ki su bir çarktan ötekine dökülüyordu. Ağaçların çiçek açma zamanında yukarıdan görünüş anlatılamayacak kadar güzel olacak.

Eğin Ermenilerin baş şehridir. Asya’nın uzak bir köşesindeki bu derbende Ermeni sarraf yani banker, eğer paşa, yani patronu ona bir iki milyon kuruş borçlu kalır ve kendisi de alışverişten bir o kadar kârla çekilirse- çünkü hesaba üç dört milyon fazla yazmıştır- hazinelerini kaçırır. “Kalfa” yani yapı ustası, “bakkal” yani yiyecek satan, “hamal” yani yük taşıyıcı hep buraya döner. Çünkü uzun zamandan beri âdet, Eğin’den bütün genç erkeklerin on sene için başşehre gitmeleri, orada vebadan ölmeleri ya da zengin olarak kayalık vadilerine dönmeleridir.

Asya şehirlerinden farklı olarak burada evler, düz toprak damlı değil çatılıdır; her evin taştan bir alt katı var, fakat burada kimse oturmuyor. Bunun üzerine iki üç kat yapılıyor. Bunlardan üstteki daima alttakinden ileri çıkıyor. Büyük pencerelerin üzerinde bir sıra yuvarlak pencere var. Bir cümle ile, sadece evlere bakınca insan kendini İstanbul’da sanıyor.

Karın çokluğu ve iznimin kısalığı daha ileriye gitmeme engel oldu. Henüz haritalara adı geçmemiş fakat önemli bir kasaba olana Çemişgezek üzerinden geri döndüm.

Feldmareşal
Helmuth Von Moltke


Kaynak:

Moltke’nin Türkiye Mektupları
Remzi Kitabevi, 2015

Moltke’nin Türkiye Mektupları,
XIX. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili, gözleme dayanılarak yazılmış yansız ve seçkin bir eser. Feldmareşal Helmuth von Moltke 1800 yılında Almanya’da doğdu; eski bir aristokrat aileye mensuptu. 1836-1839 yılları arasında gezmek üzere geldiği Türkiye’de askeri uzman ve danışman olarak kaldı. Başta İstanbul ve Boğaziçi olmak üzere birçok yerin haritasını yaptı. Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerini gezdi, doğu illerinde küçük askeri hareketlere katıldı; Mısır ordusuyla Nizip’te yapılan ve bozgunla sonuçlanan savaşta aktif rol aldı, ama bütün çabalarına rağmen sonucu önleyemedi. 1858-1888 yılları arasında Prusya devleti genelkurmay başkanlığına atandı. 1891’de Berlin’de ölen Moltke, alışılagelmiş komutan tiplerinden fazla, bir bilgine benzerdi; çok az konuşur, gözlemlerinde yanılmaz ve bunları arı bir dile yansıtırdı. Özgün adıyla Türkiye’deki Olaylar ve Durum Üzerine Mektuplar olan bu eser, Moltke’nin aile ve dostlarına Türkiye’den yolladığı mektupların bir araya toplanmasıyla meydana gelmiştir.”

(Tanıtım Bülteninden)

 

Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz