Taş Plak Devri’nin Ünlü Sesi: Erzincanlı Hafız Şerif

0
1069

1904 yılında Erzincan’ın eski adı Köprübaşıbrastiği, bugünkü adı Çatalören olan köyde doğdu. Babası Ebubekir Efendi, okumuş, ilim irfan sahibi birisiydi. En büyük emeli oğlu Şerif’i de kendisi gibi hafız olarak yetiştirmekti.

Ebubekir efendi bu emeline kavuşur. Babasından ve diğer hocalardan ders alarak hafız olan Şerif, Cumhuriyetin ilk yıllarında askerlik görevini de tamamlar ve Çolhasa köyünde imamlık yapmaya başlar. Sesinin güzelliği ve Kur’an-ı Kerim’i güzel kıraat etmesiyle kısa sürede çevrede ün yapar. Bunun üzerine babası onu evlendirir. Hafız Şerif, uzun kış gecelerindeki tandırbaşı sohbetlerinde, köy odalarında, yaren toplantılarında etkili sesiyle yanık türküler de okumaktadır. Ondaki bu kabiliyeti gören arkadaşları, akranları, onu türkü söylemesi yolunda teşvik ederler. Bu arada Çolhasa köyünden Erzincan’daki Camii Kebir‘e müezzin olarak tayin edilir. Sesinin güzelliği ile kısa sürede sevilen sayılan birisi haline gelir.

Hafız Şerif, hayata bir din adamı olarak atılmıştır, ancak sesinin güzelliği, içindeki türkü söyleme arzusu, arkadaşlarının ve çevrenin telkinleri onu hep başka yönlere sürüklemektedir. O sıralarda Diyarbakırlı Celal Güzelses‘in plakları piyasada çok tutunmuştur. Onun söylediği türkülerden çok hoşlanan ve bu türküleri söyleyen Şerif’te bir sanatçı olma havası uyanır. Çevreden de zaten teşvik görmektedir. Ancak babası Ebubekir Efendi, oğlunun bu durumuna çok üzülmektedir.

İçindeki arzuyu yenemeyen Şerif, babasının arzusu hilafına, Cami-i Kebir’deki görevinden istifa ederek İstanbul’a gider. İstanbul onun için başka bir dünyadır. Hemşehri kahvelerinde ki sohbetleriyle, usuldan usuldan türkü söylemeleriyle kısa zamanda İstanbul’a alışır. Bir süre sonra kabiliyetini oradakilere de kabul ettiren Şerif yavaş yavaş sanat dünyasının ünlü isimleriyle tanışmaya başlar. Ardından plak dünyasının sihirli atmosferine girer, gazinolarda çalışmaya başlar. Bu arada o günlerin büyük ismi Hafız Burhan‘la tanışır ve onun iltifatlarına mazhar olur. Nizamettin Bayram, olayı şöyle nakletti. “Hafız Burhan işitiyor ki, Erzincan’dan bir delikanlı gelmiş. Sesi çok güzelmiş. Merak ediyor ve bir akşam dostları vasıtasıyla Hafız Şerif’i evine davet ediyor.

Hoş.. beş.. çay ikramından sonra Hafız Şerif’e sorular soruyor ve zaman zaman da onu alaya alıyor. Hafız Şerif bu durumdan biraz alınıyor. Ünlü sanatçı Hafız Şerif‘e dönerek:
– Hafız şöyle köyde çifte giderken, tarla sularken eli kulağa nasıl atıyorsan, hele bir de burada eli kulağa at da seni dinliyelim. Diyor.

Hafız Şerif balkonda oturdukları yerde elini kulağına atıyor, bir “Yıldız” çıkıyor. Tahammülü bitiyor, ayağa kalkıyor. İstanbul sanki birbirine çarpıyor. Derken bir, bir daha, üst üste üç uzun hava çekiyor. Onu dikkatle dinleyen Hafız Burhan, Şerif’in yanına oturuyor ona iltifatlar ediyor ve şunu ekliyor: “Yarabbi senden korkmayan kafirdir. Benden daha tiz sesli kimse gelirmiydi, diye düşünmüşümdür. Kardeşim seni tebrik ederim, bu sesinizi muhafaza ediniz.”

Bu tartışmadan sonra Hafız Şerif artık plak dünyasının aranılan isimleri arasına girmiştir. Plaklara okuduğu “Keklik gibi kanadımı süzmedim”, “Çıkar yücelerden yumak yuvarlar”, “Nasıl methedeyim sevdiğim seni”, “Dağlar ağardı kardan”, “Küstürdüm barışamam”, “Yıldız” gibi türkülerle büyük üne kavuşur. Plakları artık her yerde, özellikle de Erzincan’da çok satılmakta ve çalınmaktadır. Oğlunun sesini plaklardan dinleyen Ebubekir Efendi, bir yandan hafız olarak yetiştirdiği oğlunun böyle “türkücü” olmasına üzülürken, bir taraftan da böylesine sevilen biri haline gelmesinden mutluluk duymaktadır.

İstanbul’un renkli hayatı Hafız Şerif’in bir bakıma hoşuna gitmektedir ama, doğduğu, büyüdüğü yerleri, yakınlarını da çok özlemiştir. 1935 yılının sonlarında babası Ebubekir Efendi, oğlunu bir daha göremeden hayata gözlerini yumar. Oğluna mektuplar yazılır, ancak Şerif’in Erzincan’a gelmesi aylar sürer. Erzincan’da bir süre kalır. Bu arada müzik çalışmalarına Halkevinde devam eder. Ama bu çalışmalar onu tatmin etmez, bir süre sonra tekrar İstanbul’a döner.

Türkü dünyasının bu uzun boylu, kıvırcık saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, buğday benizli, şık giyimli delikanlısı artık olgunluk çağına ulaşmıştır. Kendisini tamamen tamamen müzik çalışmalarına verir. Ne var ki aklı artık hep Erzincan’dadır. Bu yöreden derlediği ve plaklara okuduğu türkülerle sıla hasretini gidermeye çalışır. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalar ve soğuk bir Aralık sabahı, dünyayı ağlatan felaket haberi İstanbul’a da ulaşır. Erzincan, taş üstünde taş kalmamacasına yıkılıp yerle bir olmuştur. Hafız Şerif hemen Erzincan‘a döner. Döner ama, pek çok yakını artık hayatta değildir. Depremin yaraları yavaş yavaş sarılır. Hafız Şerif bu arada Erzurum’a gider, orada birkaç ay oyalanır.

Hafız Şerif’in Erzurum’da geçirdiği günlerle ilgili bir hatırası da şöyle:

“O zaman gramofonlar var, hunili. Erzincankapı’da Münir’in kahvesinde Hafız Şerif‘in plağı çalınıyor. Şerif de bir masada çay içiyor. Tabi onu kimse tanımıyor. Çalınan plak: Keklik gibi kanadımı süzmedim. Gelen o plağı koyuyor. Derken kahveci kızıyor. Şerif yerinden kalkarak kahveciye: Kardeşim bunda ne var niye koymuyorsun o plağı. Bırakın çalsın, bir şey olmaz.” Kahveci: ” Olmaz efendim bunu Erzincanlı Hafız Şerif söylemiş, onun üstüne söyliyecek var mı.. O plak kırılırsa bir daha bulamam. “Bunun üzerine Şerif : “O da kim oluyor ki, ben ondan daha iyi söylerim. İstersen plağı koy ben de söyliyim, bakalım hangimiz daha iyi söylüyor.” Plağı gramofona koyuyor ve yüzünü o tarafa dönerek elini kulağına atıyor. Plaktaki ara nağmeyle birlikte Şerif te söylemeye başlıyor. Kahvedekiler bir plağa bakıyorlar, bir türkü söyleyen adama. Müşterilerden bir tanesi ayağa fırlıyor, heyecanla: ” Anam avradım olsun ki, bu adam o adamın kendisi” diye bağırıyor. Budur, bu değildir derken oradakiler Hafız Şerif’i ağırlıyorlar.

Sanatçı tekrar İstanbul’a döner, ne var ki, İstanbul’da yaşadığı hayat, çektiği sıkıntılar onu hasta etmiştir. Sağlığının da bozulduğunu anlayınca tekrar Erzincan’a döner ve asıl mesleği olan imamlığa başlar. Yakın köylerde imamlık yapar ve en son Horan köyüne tayin edilir. Bir sonbahar günü iyice halsiz düşer ve hastaneye kaldırılır. Artık ömrünün sonuna gelmiştir. Hastanede bir ay kadar yatar ve nihayet 15 Eylül 1948 tarihinde hayata gözlerini yumar.

Onun söyleyip yaydığı pek çok türkü sonradan ilgililerce derlenerek sanatçıların ve TRT’nin repertuvarına girmiştir.

Kaynak: Tandırbaşı Dergisi

Arşiv: Erzincan Nostalji

 

 

 

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz