Felaket Mıntıkasına Hareket (1939 Erzincan Depremi)

0
1031

Nusret Safa COŞKUN

Çarşambanın Perşembeye ilmiklendiği gece…
Saat 23…
Karabükteyiz.
Kaloriferli, aydınlık bir oda, yumuşak temiz iki yatak dinlenmek için bizi bekliyor. İki gündür trendeyiz. İstanbul – Ankara ve Ankara – Karabük yolu iki geceyi trene verdiriyor.. . kırksekiz saattir bir nefes alamıyan ayaklarımı pabuçlarımın cenderesinden kurtararak yatağa atılmağa hazırlanıyorum.
Kapı vuruluyor.
– Buyurun!
Karşımızda elindeki kocaman fenerile Karabük fabrikasının idare memuru İhsan…
Gülüyor.
– Sizi yolcu ediyoruz.
Bu söze bir mana vermek müşkül… Foto Cemal bana bakıyor, ben bakışlarımı ikisine taksim ediyorum. Gece vakti pabuçlarımızı önümüze çevirecek ne kabahat yaptık acaba?…
Bir kâğıt uzatıyor. Mavi ve küçük bir kağıd… ucundaki etiketten tanıyorum: Telgraf… yüreğimi ağzıma getiren bir heyecan…
– Bize mi?..
Açıyorum. Bir yıldırım… gazete derhal Erzincana hareket etmemizi bildiriyor…
Gündüz ötede beride duyduğumuz zelzele haberi, radyonun matem neşriyatı… hakikatı öğrenmemekten mütevellid merakımızı gideriyor. Demek ki… bir felaket karşısındayız. Saate, tarifeye bakıyoruz. Yarımda Zonguldak treni var… “Irmak” ta Erzincan trenile karşılaşıyoruz. Haydi bakalım, tası tarağı toplamalı… Fabrikanın otobüsü vaktinde gelip bizi alacak.
Kısmetse (Karabük) fabrikasında (Son Posta) okuyucuları için cazib röportajlar yapmak değil, bir milli felaketin hikayesini yazmak varmış…

ERZİNCAN TRENİNDE
“Irmak” İstasyonundan Erzincan trenine biniyoruz. İlk işimiz vaziyeti öğrenmek. İlk haber : Erzincan tamamen ve bazı vilayetler kısmen mahvolmuştur. Tren Erzincana giden vatandaşlarla dolu. Hepsi felaket haberini alır almaz atlamışlar. Kiminin ailesi, kiminin oğlu, kiminin anası babası orada…
Dahiliye ve Sıhhıye vekillerinin de trende olduğunu haber alınca, en sağlam malumatı Dahiliye Vekilinden alabileceğimi düşünerek, Vekili hususi vagonunda ziyarete ediyorum. Yanında müsteşar muavini Şefik Bicioğlu, Erzurum valisi Haşim İşcan, iki mülkiye müfettişi var. Sıhhıye Vekiline de içtimai muavenet umum müdürü vekalet ediyor.
Dahiliye Vekilinden öğreniyorum ki, memleketin şark bölgesiyle, bu bölgeye yakınlaşan orta Anadolu kısmından bazı vilayetlerimiz misli görülmemiş bir zelzele felaketile karşılaşmışlardır. Bunların içinden de talihsizi Erzincan çıkmış… şehrin tamamen yıkıldığı ve insanca zayiatın çok fazla olduğu anlaşılıyor. Dahiliye Vekili çok müteessirdir. Mütemadiyen öteye çekilmek üzere telgraf müsveddeleri yazdırıyor.
Trenimiz meğerse bir imdad katarı imiş, felaketzedelere çadır, yiyecek, enkazı kaldırmak üzere amele götürüyoruz. Fakat ne ağır…

ERZİNCANA KOŞAN ERZİNCANLILAR
Yolculara sorarsanız, tren koşmuyor, adeta topallıyor. Dakikalar asırlaşıyor, yol bir serap sanki…
Hakları var zavallıların. Şu genç avukat heyecan içinde…
– İhtiyar annem orada diyor… bu kadar yıldırım telgrafı çektim cevab yok!..
Zayıf, sapsarı yüzlü bir başka yolcu:
– Sekiz kişilik ailem orada… diye derd yanıyor… ne oldular, kim bilir?
Kimi kızını, kimi ailesini, kimi babasını, anasını merak ediyor, kurtulan pek azmış… iki gün sürecek bu zalim intizarı düşünün… bir yerde oturamıyorlar, bir yerede iki dakika konuşamıyorlar. Nerede ise inip trenin arkasından itecekler.
Yataklı vagonda birkaç aylık çocuğu ile genç bir bayan var. Kocası Erzincanda doktormuş;
– Ya diyor, çocuğum Erzincanda babasını bulamazsa…
Kayseri, nihayet Sivas…
Uğradığımız her istasyonda, felaket mıntıkasına yaklaştıkça felaket büyüyor. Bu dünya mikyasında büyük bir felaket, milli bir ıztırap, yarım bir kıyamettir:
Kayseri valisi Şefik Soyerden bir miktar malumat daha alıyoruz. Felaket mıntıkasının hudutları genişliyor. Fakat zavallı Erzincan haritadan silinmiştir.
Sabaha karşı dörtte Sivastayız.
Herkez uyanık ve herkes ayakta… yeni bir haber? Kara, soğuğa rağmen tren istasyona boşalıyor. Büfeye hücum var. Bir fincan sıcak çay içip ısınmak, bir fincan kahve yuvarlamak asabı yatıştırmak için mi? Hayır. Elektrik feneri mübayası… Erzincan zifiri karanlık… gece yarısı herkes ölüsünü, dirisini nasıl arıyacak? Sivastan kalktık.
Trene Ankaradan bir yıldırım telgrafı geldi. Bütün yolcuların yürekleri oynayıp bir telgrafın üstünde adeta birleşti. Herkes haber bekliyor. Aranılan şahıs yok. Acaba isim yanlış olmasın. Değil… Trende bulunamıyan zatın bir çocuğu olduğunu müjdeliyor.

TREN KARA SAPLANIYOR
Sabahın yedisi
Trenimiz kefenlik bez kesen kara bir makas gibi bembeyaz karlar arasından koşuyor. İki buçuk metre kar olduğunu söylüyorlar. 1700 metre irtifaa tırmanıyoruz. Katarın önünde iki heybetli makine… kar tren yolunu kapatmasın diye, iki tarafa tahta siperler yapmışlar; tipi öyle şiddetliki, mütiş bir uğultu ile trenimizi sarsarken bu tahtaları koparıp koparıp fırlatıyor. Vahşi, korkunç dağlar arasında insafsız bir tipinin elindeyiz. Dışarıda (-18) soğuk. Pencereden parmağınızı uzatsanız donacak. Kalorifere, paltolarımıza rağmen adeta titriyoruz. Birden olduğumuz yerde sallanıyoruz. O ne?. Bir telaş, pencerelere hücum. Kar yolu kapatmıştır. Makineler teke inadı ile birkaç tos vuruyorlar da iki buçuk metrelik mania bir Manerhaym hattı salabetile karşı koyuyor.
Kompartimanda bir hat müfettişi var.
– Kara saplandık
Diyor, ve muşamba ceketini, kasketini geçirerek trenden fırlıyor.
Ne olacak şimdi… ameleler küreklerle yola dökülüyorlar. Fakat bir kürek kar kalkmadan rüzgar bir tonunu yığıyor. Allahın o ne dehşetli tipi… bir dakika içinde bütün pencereler ölçüldü. Vagonları tekerleklerinden sarsıyor. Rüzgâr bu halimize kahkahadan boğulur gibi ıslıklar çalarak, yerlerde yuvarlanıp karları havalara kaldırarak treni mıncıklıyor. Kompartiman camı hamarat bir bayan elinden çıkmış, ağır işlemeli bir masa örtüsüne döndü. Şimdi iri delikli bembeyaz bir cibinlik içindeyiz. Dışarısını göremiyoruz. Ne halde olduğumuzu göreyim, dedim. Vagonun kapısı bu cüretimi yüzüme çarptı. Adım atamadım.
Bu esnada yürüdüm. İki bayan babası Erzincanda olan yavruyu battaniyeye koymuş ve salıncak şeklinde sallıyorlar.
– Çetin sus, Çetin uyu!
Hakkı var yavrunun: Üşüyor…
Vagonlar gittikçe soğumaya başladı. Bir hamle daha… korkunç haber, lokomotif ve furgun yoldan çıkmış… dünyanın yolunuşaşırdığı bir zamanda bir makinenin ayağının kayması mühim mesele değil… Fakat burada donmak, felâketzedelerin imdadına yetişememek te mevzuubahs… bu karlı stepin ortasında münhezim bir imdad kolu halindeyiz.

YENİDEN HAREKET
Yedi saat sonra… aşağıdan gelen bir imdad lokomotifi evvelâ Vekillerin vagonlarını, sonra da bizi, biraz evvel kalkmış olduğumuz (Eskiköy) istasyonuna çekiyor. Burada âkibetimizi bekleyeceğiz. Yolcuların sabırsızlığını, bu münasebetsiz süpriz önündeki infiallerini nasıl anlatayım?
Herkes istasyon şefinin odasına doluyor…
Telefon, telgraf işliyor: İmdad…
Saatler geçiyor, imdad trenleri geliyor. O tipi altında ameleler ve teknisyenler, vazife üstünde insani ve feregatkâr çalışmalarına devam ediyor. Tam 36 saat. Ekmek bitiyor. Fakat kazazedelere giden ekmekten bize dağıtıyorlar. Bay Çetinin sütü ve maması bitti. Restoranda bir parça pirinç varmış. Kaynattılar, suyunu içirdiler.
Kar, tipi, rüzgar aynı şiddetle devam ediyor. Kurtarma hareketini telefonla idare eden işletme müsürü sabırsızlanıyor. Ya biz? Dahiliye Vekili bir an evvel Erzincana varamadığı için müteessir. Mütemadiyen ne zaman hareket edebileceğimizi soruyor. Müdüriyeti umumiyeden bir haber; madem ki vagon yola konamıyor, şu halde devirip geçiniz. Bir hesap, o da imkansız. Daha çok vakit ister.
Yolcular, gidip, ellerimizle karları temizleyelim, sabrımız tükendi, diyorlar.
Nihayet kurtuluş… vagon raya konmuş, kar makinesi yolu temizlemiştir.
Yolcular bitkin bir halde:
– Tahammül edemiyeceğim artık… bu heyecan beni öldürecek?
Diyenler var… sert, çatık kaşlı bir step akşamı başlarken 36 saatlik bir beklemeden sonra kalkıyoruz.
Üçüncü mevki kompartimanlardan birinde orta yaşlı bir kadıncağız hıçkırıktan boğulacak:
-Allahım diyor, bu ızdırap daha ne kadar sürecek?
Bu kadıncağızın kocasile çocuğu Erzincandadır. Yanındaki adam kulağıma eğiliyor;
– Haberini aldık. Üçü de Allaha kavuşmuş…
Yüreğimde bir yanardağ…
– O halde niçin götürüyorsunuz?
– Dinletemiyoruz ki.
Saatlerce eteklerine deli Fıratı dolamış, mağrur, heybetli, vahşi dağları tahaf ediyor; çıplak, korkunç tepeler arasında bir tünelden bir diğerine giriyoruz… Bütün dekor, kaya ve peri bacaları…
Kulağımızda (Çetinkaya) istasyonunda karşılaştığımız yaralı treninden yükselen feryatlar. Dünyanın en büyük hailesine yaklaşıyoruz.
İşte Kemah…
Erzincanın kapısındayız.
Heyecan son haddini buldu. Artık trenimizin yolcuları kendilerini bekliyen müthiş ve mukadder akibeti pek az sonra öğrenecekler…
Daha tren durmadan atlıyan atlıyana…
Nahiye müdürü ve bazı köylüler istasyona gelmişler… yolcular bunların etrafını sardılar… Nahiye müdürü sorulan suallerin hangisine cevap vereceğini şaşırıyor. Herkes kendi ailesini soruyor, kalanların miktarını öğrenmek istiyor, yaralıların ve sağların ne vaziyette olduklarını araştırıyorlar.
Nahiye müdürünü bu telâşlı kalabalığın elinden kurtararak bir kenara çektiğim vakit:
– Vaziyet çok korkunçtur, dedi. Size ne söylesem hakikati ifade etmiş olmayacağım. Şu kadar söyliyeyim ki, cesedleri yememeleri için köpekleri öldürüyorlar. Elân enkaz altında yaralılar mevcuddur. Ölü miktarı tahminlerden çok daha fazladır. Şehirde taş taş üstünde kalmamıştır.
Biz yolda iken Kemahın çok mühim hasarata maruz kaldığını duymuştuk. Halbuki Kemahta hiç bir bina yıkılmamış… iri kaya parçaları kopup yuvarlanmışlar, bunlar da kasabaya bir zarar vermemiş… fakat köylerde ölü ve yaralı adedi bir hayli kabarık…

ERZİNCAN KAPILARINDA
Erzincana bir istasyon kaldı.
Trenimizde çıt yok… kimse tek laf konuşmuyor. Herkes biraz sonra karşılaşacağı akibetin endişesi içinde…
Fırat, boyunca koşuyoruz. Fırat… kâh bize sırtını dönüyor, kah omuz omuzayız, kah uzaktan bir dolanıp göz kırpıyor, aynı zamanda vahşi…
Yaklaşıyoruz.
Dakikalar sayılıyor.
Bütün tren pencerelere yüklendi. Bahtsız Erzincan sana geliyoruz. Fakat uzanacak kolların kaldı mı, bağrında bizi basacak bir yer kaldı mı? Erzincana uzanan demiryolu iki kol gibi bizi kendine çekiyor. Bir an evvel, bir ömür boyunca, manzarasının dehşeti hafızadan silinmeyecek olan Erzincana kavuşmağa can atıyoruz, Trenimizde Erzincanın çocukları, ekmek, çadır dolu… bir an evvel gidersek biraz sızısı dinecek sanıyoruz.

ERZİNCANDA

Nihayet…
İşte nihayet Erzincan…
Yanımdaki pencereden yarı beline kadar eğilmiş bir adam haykırdı:
– İşte, işte Erzincana geliyoruz.
Diğer kompartımandan bir feryat koptu:
– Vah anam Erzincan!..
Gösterilen istikamete bakıyorum. Kupkuru ağaçlar… uzaktan gözüken yalnız bunlar…
Bana anlattılar; evler, bahçeler, ağaçlar arasında idi hani… Ağaçlar arasında seçilen bir ev yok…
Yaklaşıyoruz.
Rastladığımız bir adama hayretle bakıyoruz. Burada sağ adam bulmak bizde öyle tuhaf, ifade edilmez bir his bırakıyor ki…
Makasları geçtik. İstasyon gözüktü… şehirlikten bir anda mezarlığa inkılâp etmiş olan zavallı Erzincanı iyi seçiyoruz şimdi… bir enkaz yığını
Tren acı bir çığlık kopardı.
Raylar üzerinde bir manzara karşısında ürpermiş gibi sallandı, yavaşladı, istasyona giriyoruz. Şehrin sağ kalabilenleri yola dizilmişler, pek çoğunun kolları, bacakları, başları sarılı… hepsi bağrışıyorlar. Ne diyorlar? Bilir miyim? Umumi bir matem feryat ve figanı…
Bir delikanlı trenden haykırıyor;
– Hepiniz sağ mısınız?..
Bu feryada muhatab olan bir kız çocuğu çığlık koparıyor:
– Anne, abla, eniştem geliyor.
Ve alabildiğine geri koşuyor.
– Sağ mısınız, hepiniz sağ mı?..
Çadırdan fırlayan iki kadın bağırıyorlar.
Trenin penceresinden bir sevinç sayhası:
– Allahım çok şükür!..
İki taraftan bağrışmalar birbirine karışıyor:
– Anneciğim sağ mısın?..
– Bizimkilerden ne haber?..
– Oğlumu gördünüz mü?..
Trenin penceresinden aradıklarını bulamıyanlar tarif edilemez bir yeis içinde hıçkırıklığa başlıyorlar. Asım isimli genç bir avukat, yumrukları ile başını dövüyor.
– Aman yok, benim benim anam bunların içinde yok!
Durduk.
Sağ kalanlar, karşılarında buldukları ile saatlerce çözülmiyen bir kavuşma çemberi atıyorlar birbirine…
– Annem sağ mı, babam nerede, hani karım!
– Çocuklarım nerede?
Artık hiçbir haberin sigortasına girmeden hakikatler ifşa ediliyor. Feryadlar, bayılanlar, istasyon taşları üzerine çöküverenler…
İstasyonda kimsesini bulamıyanlar, şaşkın mütelâşi öteye beriye koşuyorlar, karşılarına çıkanlara aradıklarının akibetlerini soruyorlar.
Bu satırları yazarken, gözlerimin alev olduğunu hissediyorum. Hâlâ kafamın içinde anasına ağlıyan, delikanlı çocuklarını bulamıyan baba, kocasının ölüm haberini alınca taşlara yıkılan kadın var. Bu kadın tren penceresinden avazı çıktığı kadar bağırıyor:
– Büyük Allah ne olur bir tanesini bana bıraksaydın!
Bu kadıncağız iki çocuğu ve kocasile anası enkaz altında kalmıştır.

TARİHİN KAYDETMEDİĞİ FACİA SAHNELERİ
Perişan bir halde trenden iniyorum. Etraftaki bütün evler bir yığın taş, tahta toprak halinde… Aralarda tek tük çadırlar gözüküyor.
– İşte diyorlar, bütün Erzincan şu gördüğünüz halk!
Bakıyorum, beş dakikada, teker teker sayabilirim hepsini… başımı çeviriyorum. Üstüste konmuş insan cesedleri. Kaç tane? Herhalde birkaç bin! Artık hassasiyetim uyuşmuştu. Gayri iradi yürüyorum. İstasyonun şark kısmını kaplıyan geniş meydandayım. Allahım bu ne feci manzara?
Yüzlerce, binlerce cesed, üstüste, yanyana konmuş… birçok kadınlar, çocuklar, erkekler bir albüm yaprağı çevirir gibi cesedleri kaldırıp kaldırıp kendilerine aid olanları arıyorlar. Zaman zaman, aradığını bulanların canhıraş bağrışmaları kulak zarlarını yırtıyor:
– Babam, babam benim!..
– Anne babamı buldum, anne babamı buldum.
Morarmış cesedlerle veda kucaklaşması…
Biraz ilerliyorum. Birden bir tabanca patlıyor. Silkiniyorum. Elinde tabancasının namlusundan dumanlar çıkan orta yaşlı, yarı çıplak, saçı başı dağınık bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyor:
– Allahım dirisini aldın ölüsünü bize bırak!
Bakıyorum. Ateş ettiği bir köpektir… köpekleri öldürmüş olmalarına rağmen tek tük rastlanıyor. Bir kısım cesedler taaffün etmeğe başlamıştır, kokuya civarlardan geliyorlar.
Bir adam görüyorum. Bembeyaz sakalı var. Bir ihtiyar kadın cesedini omuzlamış. Yaralı sanıyorum. Yaklaştıkça dehşetten gözlerim büyüyor. İhtiyarın sırtındaki yüzü parçalanmış bir ceseddir ve ihtiyar bu cesedi geniş, bol çizgili alnından, yumuşak yanaklarından terler ve göz yaşları süzülerek taşıyor:
– Nereye götürüyorsun baba?
Dönüyor. Son gayretini sarfeden insanların bitkinliği…
– Ayalim oğul… kırk senelik karım… onu kendi ellerimle gömmek bana kısmetmiş…
Sonra hayatın yükünü beraber sırtladıkları hamulesini omuzuna daha iyi yerleştirerek, gözlerini gök yüzüne kaldırıyor:
– Allah öyle istedi… Allahın işine karışılmaz.

NUSRET SAFA COŞKUN
1939 Anadolu Zelzelesi, İstanbul – 1940


Erzincan Nostalji
Arşivi

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz