Kemah’ı bir de Behçet Kemal Çağlar’ın kaleminden okuyun

0
1929

Fırat’a sarkan Kaya’da bir akşam

Behçet Kemal Çağlar

Yaz aylarında Anadolu’nun güzelliğine ve sırrına ermek için, bir akşam üstü tarihi Kemah kalesinin dibinde, Fıratla karşı karşıya kalmak gerek! Gece yağmuruyla yıkanmış kale taşları yukarıda gurur içinde parıl parıl gülümsüyor. Hakları da var. Haşmetli Fırat ayaklarının dibinden geçiyor. Nehrin sarı suyu ile istasyonun yeşil akasyaları arasında buğday ambarlarının boz çinkoları birer beyhude kamuflâj: Yeşil bir çağıltı kulaklarımızdan girip ruhumuzu dolduruyor. Yanımızda Kemah dostları, dere içlerine yayılmış tepe eteklerine tutunmuş mahalleleri gezmeği sonraya bırakarak Fırat hazretlerini ziyarete gidiyoruz. Gururuna kapanıp, başını eğmiş bildiği yere gidiyor. Şöyle doğrulup bakmıyor bile. Onu sıkıştıracak, bastıracak, söyletecek yer arıyoruz. Neden sonra asma köprünün üstündeyiz. O aşağıda kayaların arasına sıkışmış dövünüp duruyor. Bir tarafta Yavuz’un fetetmekle övündüğü kale, öbür tarafta buraların eski hakimi Menkuçek’in türbesi. Saatlerce suya dalıp baş dönerek, göz karararak beklemek lazım ki istediğimizi görelim. Biraz sonra, epeyce sonra Yavuz’un ruhu yukarı kalenin kenar taşlarından birine oturup ayaklarını boşluğa sarkıtacak, Menküçek’in ruhu ise türbesinden dönüp suyun öbür geçesinde kayalardan birine yerleşerek ayaklarını suyun üstüne uzatacak. Karşılıklı manzum konuşmaya başlayacaklar. Fırat aşağıdan alkış tutacak. Karadağ öteden yeni karlariyle ikisine birden hazırlanmış bir büyük sorguç gibi parıldayacak.

      Bu Tanrının da katılmayı isteyeceği bir dertleşmedir. Aklımızı oynatmadan geçelim. Üçünün de yerine Fırat su diliyle bitip tükenmez mırıltısına devam ededursun… Fethedilmez halini kaybetmiş kale, çinilerinden soyulmuş türbe. Yaprağından soyunan dallar. Karadağ’ın altında Karatünel, soluyan lokomotif. Çağıldayan nehir. Eşyanın kımıldaması. Nereye? Bekliyen kim? Nedir bu lokomotif düdüğünün zulmü? Niçin başımızın ucunda bize bu tedirgin ve ivedi asri ihtar edip duruyor? Niçin bu uzun ve âvâre teneffüse çıkmış duygu çocuklarımızı hemen dersaneye çağıran bir edası var? Varsın güneş evlerin camlarında oynayadursun. Bahçelerin yaprakları lâpa lâpa omuzlarımıza yağsın. Fırat’ın, beklememize dayanamayıp bizi bağrına basmak için kabaracağı saate kadar bekleyelim. Eğer bir kıyı şehrinde ölüm bizi bulacaksa Tanrı dizlerimize son bir kuvvet versin. Kendimizi sulara emanet edebilelim. Suyun çığıltısında, rüzgârın uğultusunda, yaklaşan akşamın ayak sesinde tabiatten kopma bir sesleniş var: Toprağın çocuğu, toprağın çocuğu; yine suyu gördün şımardın. Sana toprak ananın katı disiplini gerek. Su teyzene her gelişte böyle acayip heveslere kapılıp sefihleşirsin. Biz kolay kolay bu sesten anlıyamıyoruz. Sanıyoruz ki sadece Kemah’ın cevizleri hışıldıyor. Menküçek’in türbesine bakıp söyleniyoruz: Senin de zamanında kırdığın ceviz kırkı aşmıştı, ey Menküçek. Şimdi türbende kadınlar namaz kılıyor. Sağken gelselerdi ya!..

      Fıratla aramızı bulan kayadayız: Gökoğuz mahallesine kıyıdan gitmek isteyince karşımıza çıkıveren Fırat’a sarkmış kayanın Kemah ismiyle Şehtaşının üstündeyiz. Paltomuzu altımıza hil’at gibi sermişiz, ayaklarını koca nehir yalayan taş tahtımıza kurulmuşuz, karşı kıyıda kellesi suya gitmiş vezirimizin taş kesilmiş kavuğu halinde bir yuvarlak taş hâlâ yerinde duruyor. Arkamızda hassa erlerimiz kavaklar ayaklarının ucuna basarak divan durmuşlar. Bu Anadolu insana hep meçhul iklimlere açılmak, onlarda baş olmak arzusu veriyor. Anadolu’da her sefere çıkan eski atsızların garipliğile azmini bir arada duyuruyor. Kayamızın üstünden, kasabanın tırmanıp yayıldığı sırtlar ardından bir karlı tepe görünüyor. Mahalleleri basmak üzere olan kışın keşif karakolu gibi. İşte suyun çamur rengi yıldıza dönüyor. Kar pembe, ufuk mor, güneş başka dünyaya gelin gidiyor. Niçin büyük şehirlerin kuru gürültülü hayatına vakitsiz dalmışız? Niçin sefahatlerle, hırslarla, hasetlerle kıvranıp kalmışız? Yıpranıp durmuşuz. Şu Kemah’da bir kaymakam, bir doktor, bir yargıç, bir öğretmen olsaydık. Seyyah gibi gelip geçerek değil, oturup kalarak. İçimize sindire sindire, şu halkı, şu memleketi hakkiyle tanısaydık. Her akşam bu kayaya Fıratla dertleşmeye gelirdik. Beklimli bir kızın ceviz yaprakları arasından belirip kaybolan kırk örgülü saçlarıyle heyecanlanırdık. Her gece bir kitap hatmederdik. Her sabah bir destan parçası, bir iş projesi karalardık. İçme suyunun, elektrik ışığının gelmesini sağlayan bir Kemah emekçisi olurduk. Bizi buralardan yazdığımız eserlerle, başardığımız işlerle tanıyarak âdetimizi, tabiatımızı öğrenip bir akşam üstü bu kaya üzerinde bastıran bir kuyu güzeliyle, bir büyükşehir kadını ile karşılaşıverirdik. Bir sıçrayışta aşağı inerdik. Hayran hayran, uslu mazlum durduğuna bakmaz, uzun iskarpin topuklarını bir dağ çevikliğiyle onu kayalara çıkarıverirdik. Geceyi orada geçirir, sabahleyin suda beraber arınırdık. Kasabaya hizmetimiz, büyük eserimiz, sanat veya ilim araştırmamız, kısaca yaratmamız tamamlana kadar buralarda kalırdık. İşte sarı söğüt yaprakları ardında ergovan akşam ufku öyle güzel, öyle yakın ki hayalimizin kahramanı ona şöylece sarınıp gelebilir, bu ergovan örtüyü ayağımızın üstüne serip kendini çırçıplak suya atabilir.

      Karanlık mesafeleri kısaltıyor, derinlikleri artırıyor, çukurları dolduruyor. Suyun kıvrıntıları daha çekici, daha koyu, kayamız biraz daha göğe kalkmış haceri muallâka benzemiş görünüyor. Dağlar biraz daha yükseğe yükselip yaklaşıyorlar. Kasabada her evin camı bize işaretlenmiş gibi âşina ve intizarda parıldıyor. Fırat’ın çağıltısını gerilerde bırakarak dere içlerine doğru hem kıvrılıyor, hem de üstlerine doğru tırmanıyoruz. Yanımızda, belimizde dökülüp duran sular çıktığımız yerlerin yukarılarda daha güzelleşeceğini haber veriyorlar. Kemah’ın eski evlerinden birindeyiz. Avşın peyniri, Pekeriç üzümü, Dereiçi elmasiyle demindenberi dışarıya konmuş sürahiye süzülüp dolmuş akşam iksiri halindeki kırmızı şaraptan içiyoruz. Gece bastırınca her birimizi bir ayrı Kemah misafirseveri yatırmaya götürüyor. İçiçe kapılardan geçip tahta merdivenlerden inip çıkarak bir temiz odada bir güvey karyolasında rahat bir uykuya hazırlanıyoruz. Dereiçi bahçelerin su şarıltısını dinleyip tepe üstü ufukların yıldız parıltısını seyrederek uyuklaya, sayıklaya sabahı ediyoruz. Dışarıdaki uslu ve biteviye su şırıltısı asude geçen zamanı belirtiyor. Anadolu kasabalarının temkinli, farfarasız ve hep bilinmez bir şeyi sabırla bekleyen o vekarlı zaman akışını. Bu evler, bu insanlar hep o büyük ve sessiz suya sarkan çağlalar gibi erişmeyi bekliyorlar. Olgunlaşınca tıp diye damlıyacaklar ve akıntı onları alıp götürecek.

      Malatya kayısılarından Angut dutlarına, Pöhrenkbaşı mahallesinden Tanasur deresine doğru dipteki küçük suyun haylâz sesini duyana kadar iniyoruz. Karşı tarafta kat kat kayalar dibindeki toprak damlılar sarmış. Hacı İsmail pınarının başında keyif çatan eski Dereliler Birinci Cihan Harbinde ya muhacir, ya şehit düşmüşler. Kemah o dere içine bu dere içine , evleri perişan cevizlerle âvâre kavaklar o tarafa, bu tarafa dal budak salmış. Gevşeyip uzanmış, gerinip duruyor. Ne zaman kalkınacak, nasıl kalkınacak? Kemah’ı görüp de onun hizmetine girmemek elden gelmez, işte buraya şube reisliğiyle gelmiş tabiat âşığı bir yaşlı asker,  emekliye ayrılır ayrılmaz Kemah’a can atmış. Kendini buraya vermiş, belediye başkanı olmuş, Kemah’ın suyu, Kemah’ın ışığı diye çırpınıp duruyor. Kemah’ı her görüşte bir kere daha, sade Kemah’a bir şey katmıyan Kemahlı’ya değil, Kemah’ı  gezipte ona tutulmayan, ona yararlı olmaya çabalamayan her Türke beddua edeceğimiz tutuyor. Tanasur deresini arkada bırakıp tekrar yukarıya çıkıyoruz. Karşıbağ mahallesinden geçiyoruz. Tepesinden İğdik suyunun kaynadığı Akdağ’ın eteğindeyiz. Yakınımızdaki evlerin damları su sızdırmayan çorak denen bir toprakla bozarmış, döşemeleriyle avluları möhre denen kına renkli bir toprakla kızarmış, duvarları ise çıprık denen toprakla bembeyaz sıvalı. Bütün arazi dere içi mahallelerle Fırat üstü istasyonun arasındaki düzlüklere serpilmiş. Bütün tarlalar böylece şehrin ortasında ve evlerin bekçiliği altında. Akdağ’ın dibinde tek başına bir ev var, adı Çobandamı; kasabanın çobanları orada geceliyorlar. Gökle yerin ortasında suyun çağıltısı ile yaprağın hışırtısı altında ermek için birebir yer. İnsanın Kemah kuzularına çoban olacağı geliyor.

      Aşağıda bizi bekleyen atlara binip asma köprüden Fırat’ı geçerek, dereler, tepeler aşarak yine Fırat kıyısında babadan kalma kayısı ağaçlarıyla yeni yetiştirilen elma fidanları üstünde yassı bir sırt dibinde birkaç evden ibaret Çavlı çifliğine misafir gidiyoruz. Fırat’ın kenarında kökünü suya salmış söğütlerin, yanıbaşında eğri büyümüş bir kayısının dalları altında taş duvarla çevrili bir kuyu – havuzun başına çömeliyoruz. Dipteki çakıllarla kumları suyun aksi ve yosunların rengi zümrüt yeşile boyanmış gösteriyor. Kemah’ın durup durup kımıldadığı görülüyor, derken hava kabarcıkları suyu yarıyor, böylece habbe habbe kaynıya kaynıya yarım değirmenlik bir su peydahlanıyor. Kaynama yerlerinin hizasında oluğu havuza batırıp da bekleyince suyun bir ince ve kıvrak bilek gibi kolumuzu sarmakta olduğunu farkediyorsunuz. Bu da bir vuslattır: Suya kavuşmak. Kâh kuyu halinde derin, kâh havuz halinde durgun, kâh nehir halinde salıntılı. Çağlayan, şırıldayan şıpırdayan, her telden ses veren su.

Behçet Kemal Çağlar

Kaynak: 1952 Kemah Dergisi (Şadırvan’dan)

Arşiv & Yayına Hazırlayan:
Abdullah Bozdemir (Erzincan Nostalji)

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz