Ali Ekber Çiçek: Yolu Gurbete Düşenlerin Sırdaşı

0
50

YOLU GURBETE DÜŞENLERİN SIRDAŞI
BU DÜNYADAN BİR ALİ EKBER ÇİÇEK GEÇTİ…

ALİ EKBER ÇİÇEK’LE UZUN BİR SÖYLEŞİ

AYHAN AYDIN

5 Aralık 2005, Balıkesir

Tekirdağ merkezden ayrılırken şimdi gidecek çok önemli bir hedefim var. Hedef Türk halk müziğinin ve Alevi deyişlerinin büyük usta yorumcusu Ali Ekber Çiçek’e kavuşmak için Balıkesir’e gitmek.

İçimde gerçek anlamıyla bambaşka duygular uyanarak büyük ustaya doğru yola koyuluyorum. Bu yola koyuluş denizlerin denizlere kavuşması gibi bir şey. Yüreğimdeki binlerce deyiş ve türküyle yolları geçiyorum. İçin için ağlıyorum, için için yüreğim burkuluyor. Biliyorum ki o şimdi hasta yatağında yatarken, başındaki sazına bakarken belki hüzünle bakıyor çevreye. Ben de Çanakkale’ye, Çanakkale Boğazına giderken Gelibolu’yu kat ederken bir yandan da yine erenlerin uğultularıyla çınlayan kulağımda aynı zamanda Ali Ekber Çiçek’in sesiyle dolan ruhum da duygu patlamaları yaşıyorum.

Evet burasını da fazla gezmemiştim, burayı da çok iyi bilmiyorum diyorum kendi kendime. Horasan/Rum Erenleri Balkanlar’a ilkin buralardan geçmemiş miydiler?
Balkanlar ilkin buradan geçen alp erenlerin sayesinde feth’edilmemiş miydi? Evronos Paşalar, Seyyid Ali Sultanlar, Ece Sultanlar bu boğazı geçip, kaleleri ve gönülleri fethederek ilerlememiş miydiler? Onların ayaklarını bastıkları topraklardan geçerken gerçekten ama gerçekten içim titredi, bir başka hüzün ve coşku sardı beni.

Bir büyük dosta, bir büyük ustaya gidiş vardı serde. Bir büyük yürekle bulaşma vardı.
Ne mutluluk verici bir duygu. Beni eşiyle bekler buldum evinin yakınlarında. Oldukça zayıflamış olan yüzünün üstündeki zaten her zaman çekingen bakan gözlerinde sevinç kıvılcımlarını yakalamıştım ya, ne gam. Gerisi boş. Yaşam vardı, bu gözlerde, hayat halen delicesine fışkırıyordu.

Zeytin ağaçları arasında yol alıp evine doğru ilerlerken imanım diyordu, canım diyordu. Bağlamanın büyük ustası, büyük bir yürekle yan yanaydım, baş başaydım artık. Ne olursa konuşabilecektim. Kendisinin de diyeceği çok şeyi varmış ki eve girer girmez sohbete başladık. Rahat olmasını rica ettim, kendisini nasıl rahat hissediyorsa öyle davranmasını, öyle giyinmesini istedim. Her tarafı resimlerle süslü duvarlarından ışık yayılan evinde, şöminesinden çıkan odun ateşinin önünde Anadolu’nun büyülü sandığını açtı büyük usta. Saza sevdalanmasını, ödediği bedelleri, hayatın sırtına bindirdiği yükleri ve onulmaz sevdayla bağlı olduğu sanatını, sazını, müziğini, TRT’sini, Anadolu insanını bir bir anlattı.

Yine şöminenin önünde ölümsüz sesiyle bağlamasına sarılarak “haydar haydarı” çaldı bana.

6 Aralık 2005

Ertesi gün ise daha sabah kahvaltısında başladı sohbet, söyleşi.
Yüzlerce siyah beyaz fotoğrafta anılar canlandı arka arkaya.
O haliyle kamerama aldım, görüntülerini yani tüm doğallığıyla.
Aslında gerçekten de hayli söyleyecek derdi vardı, hayli sitemi vardı.
Ali Ekber Çiçek fazla konuşmaz, bu işlere pek girmek istemez, pek de bir şeyi takip etmiyor diye söylenirdi.
Ama o çok şeyi bilenlerden de çok şey biliyor, birçok şeyi de gerçeğiyle görüyordu.
Kendini akıllı sanan cahiller yanında kamil insanların sessiz kalıp çok konuşmamaları ne da yanlış yorumlanır ülkemizde.
Ali Ekber Çiçek dünya hakkında, Türkiye hakkında, Aleviler hakkında gerçekten de düşünen bir değerimizdi.
Olup biteni çok iyi takip ediyor, olumludan, insandan yana güzel gelişmeler karşısında çok seviniyordu.
Sadece son söyleşimizde değil, kendisiyle görüşmelerimizde edindiğim izlenime göre son derece duygusal bir yapısı olan Ali Ekber Çiçek, nadandan incinen, derin ve çok büyük bir ruha sahipti.
Üç dört saatlik söyleşi ve sohbetimizden sonra hep birlikte Tahtakuşlar Köyü’ne hareket ettik. Bizleri Ali Beykudar ve ailesi karşıladı. Bizlerle çok yakından ilgilenen Beykudar Ailesi’nin Ali Ekber Çiçek’i çok sevdikleri anlaşılıyordu. Sadece onlar mı? Tüm yöre insanı onu bağrına basmıştı. Kendilerinin ayrılmaz bir parçası olarak gördükleri büyük ustaya benzer bir şekilde bağlanan Tahtacılar Ali Ekber Çiçek’i ve eşi Can Hanım’ı yalnız bırakmıyorlardı. Daha sonra hep birlikte geri döndük.
Ben İstanbul’a hareket ederken bir yanımı da orada bırakıp giderken bir büyük ruhun varlığıyla onurlanan Balıkesir’in, Tahtakuşlar’ın ölümsüz ışıklara bezendiğini hissediyordum.

Bir gezgin ve Ali Ekber Çiçek ve Söyleşi…

Ben bir gezginim. Kelime ne kadar ifade edebilir beni bilmiyorum ama ben bir gezginim. Başta çalıştığım kurumdakiler olmak üzere tüm dostlar, arkadaşlar ve Alevi camiasıyla ilgili olan herkes bilir “ben çok gezen” birisiyim. Ama bilmiyorlar ki, ben zaten gezginim, ruhum gezgin. Mağaraların karanlıklarındaki yaratıkları görüyorum bazen, Tuna’nın getirdiği kütükleri, huzura ermeden ansızın canını veren yiğit delikanlıların ruhlarını, beş yaşındaki lösemili çocukların dramlarını ailelerinin gözyaşlarını, bedenleri yerdeyken göğe eren şehitlerimizi de görüyorum epey.

Derken gelmiş geçmiş bütün ozanların dünyalarını görmeye çalışırken yolumu kaybediyor ak sakallı bir pirin cemine karışıyorum. Bir pencereden bakayım derken dışarıya duvarlar yıkılıyor gökyüzü karanlık bir buluta kesilirken bir boz atlı er geliyor, Hızır Aleyhisellam geliyor bir de bakmışım Urfa’ya mı, derken Dersim mi, derken Bulgaristan Deliorman mı, bir başka diyarda buluyorum kendimi, günüm ak pak oluyor, nur doğuyor içime.

Gözyaşları dizini döven bir kederli gelini dinlerken acılarına ortak olmak istiyorum ama ona ulaşamıyorum, o beni görmüyor en çok da bu beni üzüyor.

Akıl almaz bir hızla dönen evrenler birbirlerine değmeden yollarını devam ederken, galaksiler içinde gezen gezegenler bir büyük rekabetle hareket ederken, Yunan Tanrıları olaya el atıyor… Ama diyorum 70 bin alemi nurundan halk eden yüce yaratıcı Tanrı, ana rahminden insanoğlunu var eden yüce yaratıcı tüm yaratılışlarda, yok oluşlarda ve hayatın tümünde olan yüce yaratıcı değil mi bu niyazımı koyan? Öyleyse niye bu mücadele… Ondan gelip ona gideceksek, o bizi olduğumuz gibi yaratmışsa bugünden ne gam duyarız? Bırakalım her şeyi olduğu yerde… Ama yok… bir şairin dediği gibi “hüzün ki en çok yakışandır bize”… Hüzün, hüzün, hüzün… Hüzün ırmaklarında yıkanmalıyız mutlaka ve her gün bir kaç damla göz yaşı dökmeliyiz.

Şu Yüce Dağları Duman Kaplamış, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım, Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin, Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim, Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma, Gurbet Elde Yadellerin Derdini, Gül Yüzlü Sevdiğim… denir.

Denir de nasıl denir? Neyle denir? Elbette Ali Ekber Çiçek’le ve onun sazıyla denir.
Evet büyük dosta ulaştım. Umduğumdan iyi geldi bana. Ama oldukça zayıflamış. Bir paketti iki pakete çıkardım sigarayı, diyor. Bana büyük bir sevgi, saygı, hürmet gösteriyor… İşte gezginliğim… ve gezginliğim güzellikleri… Bir haneye daha konuk oldum… bu sefer ki konukluk hem hüznü, hem sevinci, hem merakları barındırıyor… Büyük usta bana şimdi neler anlatacak, iyi bir söyleşi yapabileceğiz mi, ondan neler alabileceğim… O hüzünlü, yorgun ama her zaman ki gibi bilge bir insan…

Bir şömine var, yatağını ilk kattaki salona indirmişler… Karşısında bir televizyon, televizyonda Cem Televizyonu…

O bir beyefendi… O bir gerçek sanatçı… O gerçekleri bilen… O çok konuşmayan her şeyi bilen… Yüreğinde sızılar var, yaralar var… Yüreğinde insanlık var, kainat var, hümanizma var… Yüreğinde sevgi, saygı, muhabbet var…

Ali Ekber Çiçek… Benim için çok değerli bir isim… Benim için deyiş, türkü ve saz demek Ali Ekber Çiçek…

Ben onu çok seviyorum, o da beni seviyor…
Evinde onun yatağının yanında derin ve güzel bir sohbete dalıyorum, çıkmak istemiyorum. Bir derin göl var… Bir derin göl ki, Türk Halk kültürü var, Türk bayrağı var, insanlık var, vatan var, deyiş var, nefes var, elli altmış yılın birikimi var… Samimiyet var…
Bu arada eşi Can (Çiçek) Abla, Ayten isimli genç bir sanatçı da bizimle oluyor…

SÖYLEŞİ

Bu geleneği, bu kültürü, bu inancı yaşatan ve özüyle, ruhuyla yaşayan ve yaşatan değerler ne yapsınlar, elbette onlar da, Yunus gibi söyleyecekler, duygularını saza dökecekler. Deyişlere dökecekler ve Anadolu’nun kültür harmanında, sonsuza kadar yanacaklar…

Zaten yanmakla işimiz bizim.

Öyle bir yanma ki bu Ali aşkıyla yanma, cemlerde yanma.

Ben espri yapıyorum.

Hakk Muhammed Ali aşkıyla yanmaydı bu yanmalar ve siz de bu kültür, bu inanç içerisinde, arkanızdaki şöminenin yandığı ve insanları ısıttığı, aydınlattığı gibi odunların, sizin de varlığınız Anadolu’muzu ve insanlığı aydınlattı.

Beni bunlara benzettiğin için teşekkür ediyorum.

Çünkü hem yola turap olmak var, hem de özüyle yanıp, tükenmek var. Ve o tükeniş içerisinde de kendini topluma vermek var, toplumun ilerleyişinde, varoluş kavgasında ve diriliş destanında sizlerin isminiz var, sazınız var, sözünüz var. Bugün de bizleri kabul buyurdunuz, sağ olun, var olun hanenizi açtınız. Hayatımın en güzel günlerinden, anlarından biridir bu.

Ben de öyle.

Çok uzun yıllar öncesinden benim annemle babamın en çok sevdiği sesin ve benim de en çok sevdiğim seslerden birisinin evinde, uzun süreden beri tanıştığımız, sevdiğimiz, seviştiğimiz birisinin evinde olmak, ayrı bir duygu.
Ali Ekber Çiçek ismi çiçek gibi, gönüllerde her daim açacak. Sizin o eşsiz yorumlarınız ve kendi kimliğinize verdiğiniz sesinizle bu topraklarda, yankılanmaya devam edecek.

Teşekkür ederim.

Büyük ozanım, demin çok güzel, nükteler, espriler yaptınız. Sohbet, muhabbet, aslında bunlarla da güzel.

Zaten bunlar hep kopuyor, 1400 seneden bugüne kadar, sözünü kesmiş olmayayım…

Estağfurullah, sohbetimiz.

Şu gördüğünüz saz, yüz on yedi senelik bir saz. Buna hiç el değmemiş, kırık yerleri var, hiçbir yerlerini götürüp ustaya yaptırmıyorum, bunu böyle çalıyorum, Amerika’da, üç tane saz götürdüm ama belki 40 dakika illaki bu sazla çaldım. Bunla ve Haydar Haydar sazını, onla bu sazı çok beğendiler.

1400 seneden bu güne kadar, saçı kesilmiş, bıyığı kesilmiş, başı kesilmiş, işte curası kırılmış, doğru dürüst misafir olamamış, bir köyden, başka köye gitmiş. Sanki o köy o kubbenin içinde değilmiş gibi böyle bir (bir dünyalarını) işgal etmişler. O beyin, yetmiş yaşına kadar aynı şekilde devam ediyor. Bunlar hep, fıkralarıyla, fıkralarıyla okuyorlar, burada gerçi Ayten ablamız var, konservatuar bitirmiş, bir ünlü sanatçımız. Onun yanında biraz bunları anlatmaktan çekiniyorum ama her zaman biz çekiniyoruz, çekinmeyen insan insan değildir.
…..
Varlık içinde yokluk olan insanlar. Dedeler fıkralarıyla (bu kültürü yaşatmışlar), işte curası kırılmış; yalnız o inancı, o felsefeyi, biraz önce de değindiğiniz gibi, o Kerbela’da bu güne kadar, (o yolu) getirmişler. Getirmişler “Yurttan Sesler”in kurucusu, Muzaffer Sarısözen’e teslim etmişler.

Çok güçlüklerle kurulmuştur “Yurttan Sesler”… Ben o günleri iyi bilirim. Alevi Sünni meselesi olur, diye korkuluyor. Ve şimdiki gibi de Kültür Bakanlıkları, Kültür Müdürlükleri yok. Bir tane bakan bakıyor radyoya, o bakanının adını da yıllardır, aklımdaydı, unuttum bir milletvekili bakıyor yani radyoya. O zamanın ünlü sanatçısı Hacı Taşan vardı. Her Cuma günü yarım saat, 36 dakika, türküler canlı yayınlanır, o zaman öyle programlar vardı. O zaman türküler “çağ atlamamış”, hep canlı yayın, canlı yayın, her cuma günü, Muzaffer Sarısözen bana bir uzun hava ve bir deyiş okuturdu. İkinci, üçüncü seferlerde de, Hacı Taşan dedi ki; hocam biz de bu yolun yolcusuyuz, ben de deyiş okuyorum. Dedi ki; Hacı sen 38 yaşındasın, Ali Ekber Çiçek 12-13 yaşında. Bakan diyecek ki, ne yapıyorsun deyince; Bu çocuk Erzincan’ın bir köyünden, cemden çıkıp gelmiş, bunu biliyor, bunu söylüyor, diyeceğim. Oysa sen (çalarsan), sivri zekalılara propaganda oluyor, Alevi Sünni meselesi oluyor, diye (söyledi).

Ben 58 yıldır konuşmuyorum, ama şimdi konuşmak mecburiyetindeyim.

Hep saz çaldım, biraz da konuşalım, diye konuşuyorum ve beni konuşturan da sizsiniz tabii ki, zaten siz olmasanız, ben kime konuşayım?

Erzincan’da zelzele çocuğuyum. 9 yaşında İstanbul’a gelmişim, 9 yaşımdan sonra, bu sazım anamdan sonra, sazım beni doğurmuştur. Ben 9 yaşında Anadolu’yu ve Atatürk’ü yaşadım. Erzincan’da eski rüştiyeyi bitirmiş, Potik İsmail Dede, Eyüp Dede, Halil Öztoprak, bunların meclislerinde 9 yaşına kadar okudum. Onun için orada söz dinledim, lal oldum, ben söz dinledim 9 yaşıma kadar. O sözler bir çim gibi, bir gül gibi yetişip açmaya geldi.

58 yıldır sanatçıyım, yaşamımı anlatmayım mı yani?

Anlatsaydım, derlerdi ki, kendini methediyor, ben kendimi methetmekten geçmişim.
Ben, Ali Ekber Çiçek’i vatandaş kabul ediyorum, dünya kabul ediyorum, arkadaş kabul ediyorum. Benim dünyaya sığ(a)madığım zamanlar oldu. Onun için herkes benim gönlümde birdir; komşumuz Yunanistan da bir, Amerikalısı da bir, Kanadalısı da bir, ama bunlar bir bir, söz bir, ama sözün özüne inmiyorlar. Benim 58 yıldır, söylediklerim bunlar. Sazımla söylediklerim.

Mesela, yaşınız tutmaz sizin 1965 yılında, “Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim Almayasın Araya Kimseyi” dedim, ben bunu söylediğim zaman Devlet Radyosunda kültür yayınlıyorum. Anlayan için söylüyorum.

“Gönül gel seninle muhabbet edelim, almayasın araya kimseyi diye”. Yani Aleviymiş, Sünni’ymiş, Rum’muş, Yahudi’ymiş, Ermeni’ymiş…

Görüyoruz altı buçuk milyar adam var, yazan ben değilim, öyle diyorlar.
Herkesin gönlü var, orada isim var mı, Erzincanlı, Sivaslı, Kanadalı da, gönül gel seninle muhabbet edelim…

Söz küçük, ama dünyaya sığmıyor söz.
Hem ben bunları anlatmışım, ama anlatamadım belki, veya kendim anlamadım ki, onlara nasıl anlatayım.

Böyle bir çelişki var işin içinde, ama hangisi bir türlü çözemiyorum.

Siz özümsemişsiniz, ruhunuzla yaşamışsınız da, ama bazıları anlamamış…

Bana bir saz verin başka. Anlamasın, anlayan bize yeter.

Ama onunda, bedeli ödenmiş, onunda çileleri çekilmiş. Çileleri çekilmiş tabii, çileleri de dile getirmek lazım.

İşte böyle olduğu için. Böyle giyinmişsiniz bir semah çekseniz…

Can Olur mu böyle tek başına? (Can Çiçeğe sesleniyor)

Hadi bakalım, ben ne karışırım, diyor.

Gel buraya gel.

Can: Ben gidip değiştirebilirim, semah……Haydar’ı okuyun da.

Bu da dursun burada ya, sazlarımız…

Sazlar sıra sıra olsun

Sıra sıra olsun, gelenekte böyle vardır ya, İşte 2000 yıldır, buranın geleneğini getiren, 29 mı, 21 mi?

Can 21.

21 hane köy var, hep bu şekilde giyiniyorlar, yedi yaşındaki de giyiniyor, seksen yaşındaki de, giyinip öyle karşılıyorlar misafirleri.

Tahtacıların, bu yöredeki tahtacıların giyimi. (Can Çiçek yöredeki Türkmen Tahtakuşlar köylülerinin hediye ettiği yerel giysiyi giyip, şömine önüne otur. Devamlı gözlerinden yaşlar gelip yerlere indi.)

Ben bunu Atilla Erden’den (dinledim) onların yaşamından tut, hepsini beş-altı sene gitmiş, kovulmuş. Sen niye geliyorsun, necisin, nesin, fakat ondan sonra, kovulmuş kovulmuş, gene gitmiş, kovulmuş kovulmuş, gene gitmiş, en sonunda şimdi, her zaman bekliyorlar yolunu. Şimdi her zaman bekliyorlar yolunu.

Arifler sabahlara kadar cahiller için gözyaşı dökermiş. Ben bir gün sordum bir dede, dedim ki, niye yatmıyorsun, niye üçe dörde kadar oturuyorsun, demleniyorsun. Oğlum cahillerin içinden iyileri seçmen lazım, dedi. Niye, o da bizim gibi bir insan? Allah ona da aynı şeyi, binayı vermiş, o günleri ister üç karşılar, ister beş karşılar. Çalışsın, çıksın yani. Çalışmıyor, tembel, aynı binayı yıkmaya çalışıyor. Onun için gözyaşı döküyorum, cahiller için. Mesele öyle değil, Ali’nin sırrı nerdedir dersen, bir mürşidi kamil kılanlar, gelsin diyor. Sen şimdi o kamerayı bana versen, ben aynı çekimi yapmama imkan olabilir mi, olamaz. O zaman gerçeği olamaz, herkesin gerçeği olamaz. O zaman buraya hiç gelmesin, sen ister İngiltere’de ol, ister Almanya’da ol, anında insan Hasan dediğin zaman, aynı bu vücut sana…..yok mu. Binanın altındasın, belki orada 18 derece, burada 22 derece, fark eder, hava meselesi, ama aynı havayı teneffüs ediyorsun.

Peki nedir bu senlik, benlik?
Bunun için ben dünyaya….gelmek yok, gitmek de yok. Kimisi Mercedes, kimisi Renault, kimisi kamyon. Onlar değiştiler ama yine de (iskele) aynı iskele…
1958 yılında Muzaffer Akgüren’le Tepebaşı’nda, saz çalıyordum. Tepebaşı Maksim’de. Allah rahmet eylesin, Fahrettin Bey, bize çok faydaları oldu. O zaman sigorta yaptırdı, aynı sigortayı devam ettirdi, biz on yedi on sekiz yaşlarındaydık, sigorta verildi, diye hürmet ediyoruz.

Zeki Müren’e “Ali’yi gördüm, Ali’yi” okuttum.

Onu ben sizden duymuştum yine, buluna bilinir mi o parça, arşivlerde mutlaka vardır yine, Ali’yi gördüm, ben hiç dinleyemedim.

Vardır. Ben okudum, ben okuduktan beş altı ay sonra, biz Zeki Bey’le çok samimi olduk, çünkü biz onla bir sene aynı gazinoda çalıştık. Ben arkasında saz çalıyordum, iyice samimi olduk Zeki Bey’le, hayranıydım ben onun. Beni her gün ağlatırdı sahnenin arkasında. Böyle yorum, böyle halka saygı, ben onun arkasını dönüp halka git, dediğini görmedim. O halka hitap edişini bilirdi, sahnenin dekorundan tut da, ki kendisi bu işin erbabı….
Efendim sahne dekoru, halka sevgi, saygı, edep, erkanı Zeki Müren öğretmiştir sanatçılara. Bazısı okuyuverir, koşarak gider sahnenin arkasından. Halk dinleyecek beni, ne biliyorsun, dinleyecek. Böyle oturan da sen, çalan da sen olacaksın. Oturan sanatçı da sen olacaksın, sahnedeki sanatçı da sen olacaksın. Bir sen bir ben olacağız, öyle olduğu zaman sanatı icra edebilirsin. Yoksa öyle sanatçılarımız var ki, mesela diyelim, ben burada saz çalıyorum, (Ayten oradan bıyık altından gülüyor.)

Şu sazı kırmak lazım, öyle olduğunda. Böyle yetiştirmişiz, ama ben o sazımı biri gülecek diye çalmıyorum.

Ben bendeki bana çalıyorum, bendeki ben ve o oturan ben. O nakşediyor halka.
Benden evvelki sahnelerde, Tepebaşı’nda, kavga olurdu sahnelerde. 20 kişiyi Kasımpaşa Karakolu’na götürürlerdi. Ben sahneye çıkıyorum, kavga bitiyor, alınan karar vardı, bizim İstanbul Radyosu’nda, alıyorsun kararı, ama yine başka biri çıkar çıkmaz yine sandalyeler havada. Bunu bir yapan, yaptıran var, biz oraya inanmışız, oraya hizmet ediyoruz.
Ne demek istiyorum, yoksa o kadar yolları sen otobüslerle, dolmuşlarla, kamyon üstlerinde, belki de at arabalarıyla, Elazığ, Malatya, dünyayı gezip geliyorsun. Seni gezdiren varlık nedir ki, sahibine hizmet….

Sizi örnek alarak bütün bunlar, rahmetli Abidin Özgünay’ları, sizleri, bu yola hizmet edenleri…

Burada resmi vardı. (Ozan evdeki resimleri gösteriyor, onlarla ilgili konuşuyor.)

Evet, sizin bir Amerika yolculuğunuz var, bunu bir çok yerde anlattınız ama gerçekten her dinlediğimizde duygulanıyoruz, gurur duyuyoruz. Profesörlere de bu deyişleri söylemeniz ve onları da hayran bırakmanız, Türk kültürü adına da, Alevilik adına da tarihi bir olay aslında.

Vallahi orasını bilmiyorum, ben söyledim geldim. Söyleyip, geldikten sonra on iki parça, ders verdiler edebiyat olarak, geçtiğini biliyorum.

(Herkes benden soruyor) Mesela sizce Ali Ekber Çiçek ne?

Ben geleceğim, anlatacağım.

Peki o zaman herkes anlatsın mesela…

(Can Çiçek’e dönerek) Sizin varlığınızı, kendi varlığıyla yan yana görüp hisseden şu anda da bu Anadolu’nun rengine bezenmiş, güzel Anadolu kadını, emektar, yürekli Anadolu kadını da, bir şeyler söylemeli aslında bence, şöyle buyurun. Ben söyleyeceğim zaten, madem dediniz ki, sizlerden de dinlemek istiyorum.

Benim kim olduğumu ben de bilmiyorum?

Ben söyleyeceğim de buradaki dostlar söylesinler, kimdir Ali Ekber Çiçek? Kapıdan çıkıp gidiyor bir yerlere, kapıdan çıkıp geliyor tekrar, o zamanlar ne hissediyorsunuz?

Can Çiçek: Tabii onu evden uğurladığım zaman üzülüyorum, her zaman, ama onu biz kendi yanımızda hissediyoruz. Dışarıya gitse bile, yanımızda olmasa bile, o her zaman evin içinde mevcuttur, içimizde mevcuttur. Geçmişte de bunu bana sormuşlardı Ali Ekber, böyle çok ciddi, çok filozof görünümünde, ekranlarda böyle gayet ciddi, çok merak ediyoruz diye sormuşlardı, acaba evde de mi o şekilde, diye? Tam tersi, ciddidir her konuda, bazı anlamda ciddidir, işlerinde ciddidir, yaptığı işler konusunda ciddidir. Esprili bir yanı var onun, kahve yapar, çok neşelidir, evde.

Çorba bile yaparım.

Güldürmeyi başarır, hoşgörülü, çok hoşgörülüdür.

Dolma yaparım.

Gerçekten çok hoşgörülüdür, ben, eşim diye değil de, eşimin ötesinde, hem sanatçılık yönünden bir hayranlığım var. Eş olarak, bir büyük olarak, bir babam gibi, bir annem gibi, öyle hissediyorum ben onu, ne bileyim.

O yakınlığı, o sıcaklığı, o hanedanlığı, o yürek dolgunluğunu ve doygunluğunu, size verebiliyor. İnsanların gönlüne taht kurması tabii, başka da biz de çok iyi biliyoruz ki.

Ali Ekber’i anlamak aslında gerçekten, bunu dünyasında görmek zor. Bazen anlayamıyorlar, belki de anlaşılamadığı için. Çok, zaman zaman söyler Ali Ekber “fazla söz Kuran’a yakışır, arif olan sözden anlar” şeklinde kullanmış olduğu kelimeler vardır. Aslında Ali Ekber’in dünyasına indiğin zaman, onun, çok ufku geniş, gönlü zengin, yüreği dopdolu, sevgi dolu, herkese, büyük küçük, küçüklerine sevgiyle yaklaşır, büyüklerine saygıyla yaklaşır. Hiçbir zaman art niyet beslemez, hep sevgiyle yaklaşmıştır. Küçük bir insanı kapıya yolculadığı zaman büyük küçük demez, onun ayakkabılarını çevirir. Hiçbir zaman ben Ali Ekber Çiçek’im, ben niye böyle yapayım, şöyle yapayım demez. Asla böyle şey düşüncelere kapılmaz, yüreği sevgi doludur. Aslında çok da kolay incinen bir yapıya sahiptir. Çünkü merhamet gösterdiği, sevgi gösterdiği bir takım insanlardan, genel olarak, konuşuyorum, hep vericidir, verir. Ancak karşısında çok farklı bir şekilde yaklaşım gördüğü zaman, ya da çok farklı bir tepkiyle karşılaştığı zaman, çok üzüntüsünü duyar, çok üzülür.

Bu kasetlerde, cd’lerde, televizyonlarda, radyolarda dinlediğimiz deyişleriyle ve türküleriyle, sanatını icraa ederken, yaşamış olduğu, yansıtmış olduğu ruh hali, tamamen günlük yaşamına da hakim diyorsunuz, yani aynı aşk halindedir, insan aynı ruh halindedir, aynı hoşgörüdedir, aynı inceliktedir, aynı nazeninliktedir, ben bunu gördüm diyorsunuz ben bunu yaşadım diyorsunuz onunla birlikte bir hayatı böyle paylaştım.

Bunun dışında ben gerçekten sevgi dolu bir insandım, başka ne bileyim yüreği merhamet dolu, ekmeğini herkesle paylaşabilen, birisi kendisinden maddi anlamda bir şey istese bile, kendi üzerinde olmasa bile onu başka bir yerden bulur buluşturur o kişiyi memnun etmeye çalışır. Her zaman, hiç hayır dememiştir hayır kelimesini hiç kullanmamıştır, kullanmazdı yani evde. Bilmiyorum belki biz onu üzmüşüzdür, ama o bizi üzmedi. Belki biz onu farkında olmadan, belki bilemiyorum artık ne dersek biz onu kırmış olabiliriz, ama o bizi hiçbir zaman ne yanlışa götürdü, ne üzdü, ne kırdı bambaşka bir insan yani. Babalar günü gelir babacığım derim elini öperim, analar günü gelir anacığım derim elini öperim, sarılırım, ne bileyim yani böyle.

Bu sözlerinizden çok şey anlaşılıyor, anlayanlar anlıyor, teşekkür ederiz.

(Haydar Haydar’ı Çalıyor.) Benden bu kadar.

Eyvallah yüreğine sağlık, sağ olasın varolasın.

Ben onu çaldığım vakit, bazen gökyüzüne çıkıyorum bulutların üzerinde geziyorum, rüzgar vuruyor yüzüme.

İki Bektaşi böyle oturuyorlar, ikisi de arkadaş bir tanesi diyor ki; hocalardan hafızlardan varmış, ehli-i kamil olanlar tabii ki hoca. Diyor ki gökyüzüne çıkıyorum diyor, böyle bulutların üstünde böyle uçuyorum kanatlarım var, uçuyorum bulutların üzerinde. Anlatıyor, atıyor aklına ne geliyorsa ağzı olan konuşuyor ya… Bektaşi dayanamıyor diyor ki böyle bulutların üzerinde uçarken, kanatlarını görüyorsun, uçuyorsun, rüzgar vuruyor mu yüzünü, vuruyor mu? Vuruyor diyor, işte o benim eşeğimin kuyruğu diyor…

Dünyayı geziyorsun diyorlar o kadar resim çekiliyorsun, hiç resmin yok mu eski resimlerin. Yav var ama hep ellerde. Almanya’da çekiliyor, Amerika’da çekiliyor, Elazığ’da çekiliyor, radyo evinde çekiliyor fakat bir tane resim yok, çekiyorlar gidiyorlar. Hep benden alıyorlar demiyorlar ki al bu da senin… Bu nasıl iş benim bir türlü aklım ermiyor. Alıp alıp götürüyorlar beni soyuyorlar. Ama bir derdim kederim olduğu zaman hiç kimseyi göremiyorum yanımda.

Yolumuz gönül yolu ya…..
Bu iş dededen, toruna başlıyor, irfan sahibi ne söylesin… Kim kimin kadrini bilmiş.
Ben babamı tanımadım. Ben iyi bir dedenin torunuydum. Babamı zelzele alıp götürüyor.
Dedelerden gördüğüm ilhamla, buralara kadar geldim. En büyük başarım beni huzura kavuşturan “Yurttan Sesler”in kurucusu Muzaffer Sarısözen olmasaydı, biz olmazdık bir, halk müziği olmazdı iki ve o dedelerden aldığım ilhamı, hiçbir zaman için maddeye dökmedim. Yani, isim, şöhret, para budalası olmadım. Kimin parasını kimden alıyorsun, diye.

Ben 1973’te Erzurum’a konsere gittim. İbrahim Tatlıses’in bandını yaptım, şöhret oldu, ben yaptım, bizim grup yaptı. Urfa’ya Paşa geldi, bir hoyrat söyledi, ondan sonra, bizdeki bu türkü, Ayağında Kundura ile şöhret oldu.

Ondan sonra ben Kars’a gittim, o bizden evvel gitti, bizim geçtiğimiz yerlerden gitti. Oralarda hayretler içinde kaldılar, tabii bizim radyomuz devam ediyordu o zamanlarda. Halkın arasına giremedik, dernekler kapandı, filan yerden geldi, sağ gösterip, sol vurdu.
Derken Tercan’da bir konser veriyorum, benden bir ay evvel de orada bir konser olmuş. Dansöz falan varmış, adam vurmuşlar, bir şeyler yapmışlar. Bir ay sonra tesadüfen ben gitmişim. Kaymakam, esnafı toplamış, demiş ki, bakın bu 20 senedir, bu memleketinizin sanatçısı geliyor buraya, içki vermeyin, sadece otelden, ondan bundan ticaretinizi yapın, hem de sanatçınıza bir saygı göstermiş olursunuz. Hakikaten halk saygı gösterdi ve sinema çok küçüktü, dışarıya da sandalyeler koydular. Sordum; nasıl bilet almışlar, ne yapmışlar, kimisi bulgur satmış, kimisi kuru fasulye satmış, kimisi yumurta satmış, benim konserime gelmişler, ben dedim ki, ondan sonra, bana çok teklifler geldi. Arabanın bagajı para dolu,…..onunla bununla dinlettiğiniz canlara nasıl söyleyeyim dedim ve….aldım elime, üniversitelerde ve radyoya bağlandım kaldım, çünkü radyolarda söylersem, kainat duyar. Bir konserde söylersem seni bin kişi, beş yüz kişi duyar. En güzel radyo, en güzel hizmeti ben buradan veririm, buradan duyururum.

Niye bugün Cem Televizyonu açıldı da, zevk içerisindeyiz. Bizim de bir televizyonumuz var, herkesin üç dört tane var, kendimizi ispat etmek için, muhakkak kendimizi 1400 yıldan bu yana atalarımızdan, hepsini.

Adam olmuş daha olacağı kalmamış.
Şu arkada bakın tesadüfen ne görüyorum? (Bu arada Cem Tv.’de tesadüfen Ali Ekber Çiçek çıkıyor. Adam olacak, diye espiri yapıyor Ali Ekber Çiçek)

Ali Ekber Çiçek’le yüzlerce fotoğraftan oluşan albümlere bakıyoruz. Bunlar benim talebelerim, diyor, Almanya’da, bizim Erzincan’dan Kumaş Saz Evi vardı. Dedemin sazını yapan. Onun torunu, Kumaş Saz Evi’nin torunu, bunları zaten sahnede çalıyorum, Bu Alevi Birlikleri Federasyonu’nda, bu Almanya konseri, bu Yıldız Gürsayar, bu bizim resim çektirdiğimiz, Celal Yılmaz, bu Haydar Alaşehir, burada benim İstanbul’da dershanem ve saz dükkanım var. Taş plaklarım var, bu 1961-1963 yıllarında….. Bu 94 Altur’daki, Aylin Saz arkadaşları,… Bu resimleri çok seviyorum. Bu Ankara Arı Stüdyosunda, Ali Ekber Çiçek Muzaffer Gündoğdu, Erzurumlu radyo sanatçısı, adını şimdi unuttum. Bu talebemdi. Hasan Yayla, bı bu 20 senedir, Kırım’da, bu Artvinli. Burada herhalde Mustafa Günaydın var, Semih var… Bu çok güzel ya, Semih var, Şakir Öner Gürhan, Tuncer İnan, Mustafa Günaydın, Ali Ekber Çiçek, Yücel Paşmakçı, Necati Başaran’ın oğlu. Bu resmi büyütelim mi, Ahmet Sezgin, Ali Ekber Çiçek ile. Evet, bu onları, Hacı Bektaş’ta galiba, Hacı Bektaş’ta, Hacı Bektaş’ın bir yerinde, bu Tuncer İnan… Bunlar yine Yücel Bey, vay Ali Ekberciğim vay, vay benim garip Ali Ekber Rıza Akbayram Muzaffer Akgün, Boş Beşik bu, Boş Beşik filmi var ya, vay canım benim, Muzaffer Akgün Boş Beşik bu Nubar Terziyan mıydı? Bu Mustafa benim asker arkadaşım. Bu benim kardeşim Niyazi, Almanya’dan, şu da Ahmet Sezgin, Yücel Bey, bu Üsküdar’lı Paşmakçızadelerdi onlar, yani İran Şahı gibi o sülale gelmiştir. Paşmakzizadeler

İsviçre Bu Avrupa’da Fransa mıdır, bilemiyorum…

Hocam şöyle geçmişten, bugüne, tabii bazı isimler söylüyorsunuz; Mustafa Sarısözen, Nida Tüfekçi, başka kimler var, sizin yaşamınızda çok sevdiğiniz, arkadaşlarınız var muhakkak, beraber olduğunuz, sahne aldığınız?

50 yıllık bir Yücel Bey (Paşmaklı), Yücel Bey aslında Üsküdar’lıdır, mesela Yücel Paşmakçı derken, dili dönmüyor (fotoğraflara bakıyor) Almanya’ya giderken Tuncer İnan, Yücel Paşmakçı, ben burada Yücel Paşmakçı şu, ben yüzme bilmiyorum. Sandal var bu tarafta, ben yüzme bilmiyorum, ama denizin ortasında, çivileme atlıyorum, hemen bunlar yarım ay gibi, beni aralarına alıyorlar, ben çırpındı mı, tutuyorlar beni.

Bu konserler Alevi etkinlikleri, bir dönem İstanbul’da çokça yapılmış, siz bu konserlerin, etkinliklerin en önde gelen ismi olarak çıktınız sahnelere. Başka kimler vardı, sizinle birlikte. Siz bir öncüsünüz ama cesaret edip, sahnelere çıkan, bu Ehli Beyt aşkını, Aleviliği, deyişleri dile getiren başka sanatçı dostlarımız kimlerdi? Gazinolarda olsun, sergi sarayında olsun, kimlerle mesainizi paylaştınız?

Mesela Maksim’de çalıştım; Yücel Paşmakçı, Nida Tüfekçi, Zekai Beşgül, Tuncer İnan, Hamdi Özbay. Biz bir gruptuk, mesela 100 tane taş plak yapılıyor, o 100 plağın 85’inde biz varız, mesela adam, kalkıyor, Urfa’dan geliyor. Benim divan sazım çok önemlidir. Yani halka iyice nakletmiş, adam diyor ki, Ali Ekber Çiçek olmadan ben yapmam bant, plak doldurmam. Ali Ekber Çiçek’in yanında, Yücel Pakmakçı gibi dev bir sanatçı var, Tuncer İnan var, Hamdi Özbay var. Bunlar 50 yıl hizmet etmişler bu işe. Ondan sonra bu dernekler, mesela Sivas’ın 84 tane derneği vardı. Bu 84 dernekten Tepebaşı vardı, Tepebaşı Gazinosu, öyle 5-6 binlik bir yerdi, ben Turan Engin’i, Mine Yalçın’ı alıyordum, o zaman biz 2005 lira biliyorduk, 2000 lira verdiler, dedi ki ya Ali Ekber Çiçek biz başka yere gidiyoruz 2005’e, sen burada bizim fiyatları düşürüyorsun. Dedim ki; Sivas’ın 84 tane derneği var, her hafta Tepebaşı’nda konser veriyoruz, hem sürümden kazanıyorsun, hem de deseler ki Sivas’ta bir yol yapılıyor, bir çeşme yapılıyor. Biz 10 lira aidat verebilir miyiz, veremeyiz. Sermayeden zarar mı ederiz, ne olacak yani 500 lira da almayalım, sürümden kazanalım. O da Sivas’a gidiyor, yola gidiyor, yoksullara gidiyor, çeşme yapılıyor, bizim bir katkımız olsun yani. Ne kadar veriliyorsa biz o gecenin olalım. Bu geceler neden çırpınarak yapılıyor. Ali isminde birisi vardı, dernek başkanı, diyordum ki, yeter yani, yeter, olmaz diyordu Ali Ekber Çiçek, sen olmadan olmaz diyordu. Eve geliyordu, elimi öpüyordu, acayip bir sevgisi vardı. Bizim gittiğimiz yerler tıklım tıklım doluyordu, güzel de çalışıyorlardı. Güzel bilet satıyorlardı. Hep yaptığı iş doğruydu. Ne yapıyorsa Sivas’ta da bir örnek yapıyorlardı.

Dernekler var, mesela Birlik Partisi dönemi var, onun da etkinlikleri var?

Birlik Partisi, o zaman bizim menajerlerimiz vardı bizim, Şinasi Çiçek, Allah rahmet eylesin. Biz bir gecede beş tane konsere gidiyorduk. (Şu ilacımı içeyim) Birlik Partisi’ne Davut Sulari’de arada geliyordu, Aşık Beyhani, ben şahsen onları ne yaptığını bilmiyordum. Ben Birlik Partisi’nden para almıyordum, Haydar Özdemir vardı, avukattı, iki dönemdi galiba, milletvekilliği yaptı. Haydar Özdemir, Birlik Partisi’nin Taksim’deki binasının, kirasını veriyordu, çay, kahve parasını veriyordu. Ben Açıkhava Tiyatrosu’da Birlik Partisi’nin gecesi oluyor, biz şimdi dört beş konsere gittiğimiz için biz bu konseri, ben bu konserden para almıyorum hiç. Almadığım için de acele bir yere sıkıştırıp, öbür konserlere yetişmem lazım. Ben gidiyorum, erenler sen bizimsin, yaz günü, ben bej bir elbise giymişim, adam geldi elini omzuma koydu, canımı sıkan da o. Elini oraya koyuyor, beş parmağının izi de burada belli oluyor. Kurban yemiş herhalde, bıyıklar böyle, yüzüme geliyor, elini yüzüme vuruyor, yağ kokuyor. Onların o kahırlarını çekip, ya kardeşim ben dernek gecelerine gidiyorum, ben orada olmadığım zaman, adamın parasını kesiyorlar. Beni böyle bir araya sıkıştırın ki, verin gideyim, Birlik Partisi’nden para almıyoruz o zaman.

Bir gün ben dedim ki; on iki yaşımda radyolarda Ehli beyti söyleyip, toplanmışız bir araya, o zamanda şu vardır. Bizim Mustafa Timisi, İçişleri Bakanlığı’nı istiyor, işte bilmem ne bakanlığını istiyor, Ecevit de diyor ki; niye sana yedi sekiz tane bakanlık vereyim. Bir taraftan benim şoförüm Alevi, korumam Alevi, Aleviler zaten benim. Seviyorlar ve tutuyorlar (beni), (adımı) dağlara taşlara yazıyorlar, ben sana bu kadar bakanlığı niye vereyim?, diye itiraz ediyor. Ben de Mustafa Timisi’ye dedim ki; bizim yolumuz gönül yolu, el öpmekle ağız kirlenmez. Gidip de tekrar bir diyalog kurmanız bu sıcağı sıcağına olmaz mı deyince, ne yapalım dedi, partiye kilit mi vuralım, dedi. Ben dedim, sen çok sabit fikirlisin, çok canım sıkıldı, çok sabit fikirlisin, dedi. Her şeyi dedi, ben sana getirdim, lokmayı dedi, getirdim ağzına verdim dedi, fakat sen kapris yapıyorsun ve sabit fikirlisin dedi. Orada bir takımları sen dönmüşsün, nereye dönmüşsem artık, sen dönmüşsün diye, diyenlerde, Tarlabaşı’nda aç susuz gezenler.

Abidin Özgünay var. Mesela Abidin Özgünay temel, önde gelen insanlardan.

Abidin Özgünay. Ali Kılıç diye birisi var. Rumeli Han’da, benim dersanemin dükkanımın yanında. Aziz Lokantası vardı, Beyoğlu’nda, Ağa Caminin orada. Zaten Abidin Özgünay o işin içinde olmasaydı, o iş o kadar yürüyemezdi, ama Abidin Özgünay bazı şeylerde böyle sinirlenir, çeker giderdi. Abidin Özgünay bu işe gönül vermiş bir insan, diğerleri çıkar peşinde koşan insanlar. Sonra sonra…

Peki parti 1966’larda kuruldu, bir ölçüde de siz tanıklık ettiniz sanatçı kimliğinizle. Halka yeteri kadar mı inemedi, siz Anadolu’ya da çıkan bir insandınız, nasıl oldu da geriledi bu parti. Bir şey söyleyebilecek misiniz?

Efendim, hani dediler ya, Çelebiler satıldı, Çelebiler satıldı deyince oradan kaç tane milletvekili ayrıldı ve Çelebilerin üstüne kaldı, satıldılar. O satıldı kelimesi, biliyorsunuz bizim Alevilerde satıldı kelimesinin üzerine o kadar bina yaparlar ki, baktığın zaman Allah Allah bu bina bu değildi, dersin, bu yapı nasıl ortaya çıktı. Bu kadar ilaveli senaryolar hazırlarlar. Bu bizim nedense, bizim milletimizde öyle bir şey yoktur, ama insana söz hakkı, tıpkı zencilerdeki gibi, söz hakkı Alevi milletine verildiğinde bizim millet, lokantada, kahvede, handa, efendime söyleyim, ben Aleviyim, Kızılbaşım demeye başladılar sağa sola. Onun için Birlik Partisi o şekilde Çelebiler satıldı, (lafı aldı yürüdü) Birlik Partisi de haliyle geriledi. Bir takım kalleşler yaptılar. Ecevit de zaten Alevi zümresini avucunun içine almıştı. Kaç sefer söyledi; korumam Alevi, şoförüm Alevi, dağlar, taşlar Alevi, ben sana niye bu kadar bakan vereyim. Onlarda satılınca, Çelebiler, o parti öyle, zamansız, çok güzel yürüyüp gidecekken, o üç yüz milletvekilini bugün biz çıkarabilecektik, ama olmadı, her biri bir tarafa çekti.

Biz dediğimiz, bizden oldu biraz?

Bizden oldu biraz, tarihler boyu bizden olmuştur.

Dernekler dağınık, vakıflar dağınık, dedeler, aşıklar, ozanlar, bu parçalı yapı kimseye bir fayda sağlamıyor herhalde, ne ülkemize, ne de Alevi-Bektaşi zümresine bu topluma, bir fayda sağlamıyor. Bu dağınıklılığın ana nedeni nedir? Bencillik midir, çekemezlilik midir?

Bencillik, çekememezlik, sen ben meselesi. Mesela oraya gönül veren insanlardan bir Abidin Özgünay’a para yiyor, demediler. Herkes de para yemese bu kadar çırpınır mı diyorlar, hala şimdi bile.

Adam arabasıyla geliyor seni alıyor, uçakla tekrar götürüyor. Almanya’da olsun, burada olsun, adam benzinini harcıyor, arabası eskiyor, çoluk çocuğunu göremiyor. Gece saat ikide, üçte, dörtte evine gidiyor. Sabah kalkıp saat dörtte işine gidiyor. Bu adama kulp takıyorlar, yemese bu kadar fedakarlık yapar mı, diyorlar? Adam inanmış yapıyor, dağı taşı sen nasıl geziyorsun? (senin de) Altında araban yok, uçağın yok, büyük bir gelirin yok, araba tutar gidersin, trenle de gidersin, hep kısıtlı kısıtlı gidiyorsun. Tüm çileleri çekiyorsun, geliyorsun bakıyorsun ki, çektiğin çilelerin hiçbiri, çalıştığın kurumda yok veya etrafında yok. Belki sana da söylemişlerdir, dağı taşı boşuna mı geziyorsun, yemesen niye gidiyorsun derler, demişlerdir de, demeselerdi diyeceklerdi. Onun için, böyle adamlar her şeyi yapıyor, üstüne beton döküyorlar, biz yorganı açıyoruz, bak gelin görün. Hiç görmeden, hiç duymadan, birinin ağzından o sözler dağılıyor, dünyaya sığmıyor o sözler. Söz çıktıktan sonra, o söz büyüyor büyüyor, dünyaya, dünya ufacık bir yer. Kul Hüseyin’le, Kul Himmet’in bir şeyi var. Kul Himmet’in bir sözü var: “Açıktır gözüm, bir sağıma baktım, bir soluma, kamil yakınmış dünyamıza.” Kamil için bir bakışta dünyayı yutuyor, daha başka dünyalar arıyor, ama Yunus’un dediği gibi bunların içinde “kırk kat göz vardır”. Gözden göze fark ediyor, gönülden gönüle fark ediyor. Onun için biz, işin içinde eğitimsizlik, cehalet, çekememezlik oldukça biz bir yere varamayız. Diyor ki; aklıma gelmedi. (Bu olabilir: Düşte gör, hayalde gör/ Hayalde gör düşte gör/ Düşenin dostu olmaz/ Hele bir de düşte gör.) Bir dara düşme, bak kim var etrafında? Darda kaldığın zaman kim var etrafında? Birisi mesela desin ki, dağda arabam kaldı, yedek lastiği vardı o da gitti, vah vah vah ne kadar çile çekmişsin, der. Hiç olmazsa o çektiğin çileyi üstlensin de seni biraz rahat ettirsin, yok adamın umurunda değil. Yer kavurmayı, elini, yüzünü yıkamadan da gelir seni öper, girer cem odasına.
Ceme götürdüm, Can diye birisi var Almanya’da, Berlin’de, adam bir ayakkabı alıyor beş sene giyiyor, adamın ayakkabılarını çaldılar, terlikle, kucağına aldılar birkaç kişi, yağmur da yağıyor, benim arabaya bindirdiler. Adam Berlin’den geliyor be kardeşim, kendisi de fevkalade bir insan. Sen o ayakkabıyı niye alıyorsun kardeşim?

Adam oraya neye geliyor, et yemeğe geliyor, dedikodu yapmaya geliyor. (Böyle Alevilik olur mu kardeşim?)

Birisiyle gidiyorum, mesela Ayten geldi yanıma geliyor benim kardeşim. Bana hocam diyor. Öbürü gelip ne diyor? Bu senin karın mı, diyor. İşte bu adamlar. Senin karın mı, diyorlar. Yok dedim, talebe, çocuk dedim geldi benimle resim çektirdi. İlk sözü bu senin karın mı, diyor. Oturuyoruz, Hacı Bektaş’tayız Sultan Abla orada hanımım orada herkes orada. Sultan Abla Şahkulu’nun ikinci başkanıydı. Dördümüz bir arada oturuyoruz Sultan Ablaya senin hanımın mı, diyorlar. Olmaz böyle bir şey yav. İşte biz buyuz.

Peki siz, tabii bunlar bir boyutu ama yine de yüreği, gönlü zengin ve bereketli, gani olan bir Anadolu insanımız var, Rumeli insanımız var, Bulgaristan’a da gittiniz (1996’da Cem Vakfı kafilesiyle), oradaki canları da kucakladınız. Her şeye rağmen gözlerinden akan yaşın sadeliğinde ve samimiyetinde bu insanlarımız yine kültürünü ve inancını yaşatıyor ve sizin gibi sanatçılarına sahip çıkıyorlar. Bunlardan biraz bahsedin. Gerçekten de hiçbir karşılık beklemeden, gönlünü size açan Anadolu ve Rumeli insanından, dünya insanlarından bahsediniz. Oralara gittiniz, tabii konserler oldu, Anadolu’da neler gördünüz, ne izlenimlerle döndünüz, hayat boyu yüzlerce seferiniz oldu tabii.

Mesela yağmur yağıyor, işte biz köylerden geçiyoruz, o köylerde efendim yağmur yağıyor, ellerinde tatlılar, şekerler, milli elbiselerini giymişler, Bulgaristan’da yolumuzu bekliyorlar. Girdik, şekerimizi aldık, içeriye girdik, oturduk, çekim yapıyoruz, saz çaldık. Tabii o milletin, onlara neler yapmışlar, isimlerini değiştirmek istemişler, adamlar direnmişler. Köyüne yabancı birini sokmamışlar yıllarca. Herkes gibi bu köyde yer alıp, parayla oturamaz onlara nice nice baskılar yapmışlar. Yıllarca dövülmüşler, kesilmişler, boğulmuşlar, isimleri değişmiş, onlar direnmişler. O türbelere gidiyoruz, pırlanta gibi tertemiz her şey. Yani tabii ki insanlar bu felsefeyi buraya kadar getirmişler, ama bizim insanlarımız sahipsiz. Biri çıktığı zaman derhal ona bir şey takıyorlar. Mesela koskoca İzzetin Doğan var, CEM Vakfı var ama ona da karşı olanlar var. Eskiden Birlik Partisi’ne neler söyledik. Şimdi de CEM Vakfı’na neler söylüyorlar.

CEM Vakfı kurulduğu zaman, işte Hasan Bal dedem var, diğerleri var, Türkiye’nin zenginleri Polat orada, böyle kırk kişi, beni de davet ettiler. Ben de gittim. Orada güzel bir muhabbet, güzel bir sohbet oldu. Ondan sonra akabinde “Aleviler’in zenginler kulübünü” kurdular, dediler. Zenginler Kulübü kurdular, diye sağda solda söylediler. Orada o kadar kişi okuyor, o kadar kişiye hizmetler yapılıyor, personeli olsun, çalışanı olsun. Şimdi zenginler kulübü kurdular ya fakirler kulübü mü kursunlar? Zenginler kulübü kuracaklar ki fakirlere yardımları olsun. İşte ona bile laf ettiler, Zenginler Kulübü kurdular, dediler. Peki fakirler ve açlar kulübü mü kuralım birader? Zaten yıllarca biz çile çekmiş, dert çekmiş, neler çekmişiz, ceket iliklemiş, hamallık yapmış bir milletiz yani. Daha şurada otuz sene oluyor siz gençler iş sahibi oldu, ne bileyim, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi şeyler satmaya başladı, inşaat işlerine girdiler, kimisi işte ne dersen böyle iş adamları oldu. Bizi her tarafa yollamışlar, bizi esnaf yapmamış Osmanlı, bizi hep kullanmış. Her yerde kullanmış dağlara, mağaralara sürmüş. Onun için biz bu çileleri çekmişiz, bugüne gelmişiz. Bugüne gelmişiz şimdi İzzettin Doğan hangi partiye gitse bakan olur. Onun paraya da ihtiyacı yok, isme de ihtiyacı yok, şöhrete de ihtiyacı yok, inandığı yere hizmet ediyor. Kim ne derse desin hoca inandığı yere hizmet ediyor. Ben de aynısını yapmışımdır elli sekiz yıldır, bunu söylememe de gerek yok.
Şimdi peki biz nasıl Birlik Partisi’ni kuralım, biz nasıl bir olalım yani? Sözde biriz özde biriz ama sözün özü lazım bize. Söz bir araya gelelim, toplanalım, yek vücut olalım bizim felsefemiz dünyanın sigortası. Söz güzel, öz güzel değil yani, sözün özüne inmek lazım. Sözün özüne inmedin mi o söz yalan oluyor.

Biraz da işte, talipler yola gelmez olmuş, diyor ya siz de okuyorsunuz benzersiz deyişler var, bir sitem var. Epeydir bu var, Pir Sultan Abdal döneminde de bu vardı. Yolun uluları var, öncüleri var, yolu açanlar var, rehberlik edenler var, mürşitler var ama maalesef yollar bozuluyor. Yollar gidilmeyince bırakılıyor, kapanıyor, karlı dağlar gibi oluyor. Halbuki ozanlar o uzak yolları yakın etmişler, siz de çok seviyorsunuz Pir Sultanı peki birkaç cümlede onun için söyler misiniz, bu kadar can verdiğiniz sesinizle nefeslerine Pir Sultan Abdal?

Pir Sultan Abdal’ı ben o zaman düşün on iki on üç yaşıma girmek üzereyken, bugünü söyleyen bir sözünü söylemişim mesela “Benden selam söyle o güzel şaha, kurduğu yollara gitmiyor talip, herkes kendisine bir yol çiziyor, mürşit buyruğunu tutmuyor talip”. Daha bundan öte söz olabilir mi? Yani herkes kendisine bir yol çiziyor. İşini gücünü bırakıyorlar, efendim yedi kişi bir araya toplanıp dernek kuruyorlar. Nasıl olsa diyor sanatçılarımız hazır, biz oradan yararlanalım.

Geliriz, bir konser veririz, bir gelir elde ederiz, bu seneki şu kadar oldu der olur biter bu iş.

Ve bunu yapanları biliyorum. Bunu bu şekilde kullananları biliyorum. Ama ne oldu mesela Mozaik Radyosu kuruldu biz belki beş altı sefer Almanya’ya gittik. Sadece uçak bileti gidiş-dönüş bir kuruş para almadık. Ne oldu Mozaik Radyosu Ankara’da, iyide bu paralar nereye gitti? Biz dedik ki işte mikrofon alınır, set alınır, şu alınır, bu alınır… Fakat ne oldu hep böyle kullanıldık.

Ta o zamanlar televizyon kurulacaktı sözde?

Biz çok geç kaldık ama yine en erken, yine en erken.

Onun sonuna benzemesin de, yeter ki!

İnsan gaflet yolcusu Allah göstermesin. İnsan yeter ki gaflet uykusundan uyansın. Uyandığı an en erkenidir. Onun için ben bu televizyona, yöneticilerine çok merak ediyorum. O zaman kurulsaydı biz daha başka yerlerde olurduk.

Yani birleştirici bir unsur olabilir diyorsunuz televizyon?

Evet, evet.

Ehil ellerde olursa, toplumu da birleştirebilir, insanlarımızı da yakınlaştırabilir ve bütün dünyaya Aleviliğin, Bektaşiliğin gerçeklerini anlatabiliriz.

Evet ve bin dört yüz sene geçmişe dönüp, bunu profesörler yapabilir. Bu sazla mazla olmaz. Öyle oyun havasıyla, semah yapılmakla olmaz, bıktırırlar halkı. Oraya gelen yönetici bir parçayı üç ay sonra tekrar okutacak öyle bir parçayı günde sekiz kişi okursa efendim bir ezgiyi yani, o zaman radyo disiplini şeklinde gidecek giderse biz çok yollar kat ederiz. Eğer böyle tamam eskiden radyodaydık spikerlik yapıyorduk. İki kelimeyi bir araya getiriyorduk. O çıkar hep aynı şeyleri tekrarlarsa hiç açılmasın daha iyi. Çok önemli.

Benim yüreğim böyle titriyor acaba bu televizyon nasıl yönetilecek (Cem Televizyonu) ? Nasıl halka lanse edilecek? Efendim, nasıl programlar yapacaklar? Oraya giderler, ahbabım beni televizyona çıkar, öbürü gider dayımın oğlunu televizyona çıkar, derse bu olmaz. Yani orada kalite olacak, orada gerçekler olacak. Bin dört yüz seneden bugüne kadar bize atılan taşlar, bize atılan iftiralar, o televizyonda söylendiği zaman bütün kainat, Türkiye değil kainat, diyecekler ki, ya biz bu felsefenin insanlarına, Kerbela’da İmam Hüseyin’i şehit etmişiz, biz orada onu yapmışız, Hz. Muhammed’in torunlarını kesmişiz, bunlar Ali’ye Allah diyor ama arabaya da binse ya Muhammed, Ali diyor. Yani biz dört kitabın hepsine hak, diyen insanlarız. Bunları bilim adamları, İzzettin Doğan gibi kişiler bunları bin dört yüz sene evvelden alacak böyle getirecek efendim ondan sonra da bizim sanatçılar da o masanın garnitürü olacak. Bu da ancak radyo terbiyesiyle, radyo yöneticilerinden, radyo prodüktörlerinden olmak şartıyla olur. Bu benim bildiğimdir, bu böyle olmalıdır. Yoksa televizyonumuz var, Hasan sen gel, Mehmet sen gel, burası nasıl olsa bizim, gel oku. Saz çalmakla olmuyor. Sazı elli sekiz seneden beri çalıyorum, anlatamadım, hala da anlatamıyorum. Anlamadım ki anlatayım. Çok zor bu iş. Yani bu iş böyle üç günlük beş günlük bir iş değil. Yılların birikimi dahi kafi gelmiyor. Televizyona çok dikkat etmek lazım.

Efendim bir de tabii siz bir TRT mensubu olarak da bunu söylüyorsunuz. Onun bir disiplini, onun bir yapısı var, gerçekten bir okul olarak ta nitelendiriliyor TRT. Hakikaten de öyle görünüyor. Türkiye’nin en önde gelen sanatçıları o kurumdan yetişmiş, gelmiş, geçmiş…

Tabii orası bir üniversite. Mesela geldiniz, gördünüz. Orada yüz elli kişi vardı, yüz elli kişi de ağlıyordu (Ali Ekber Çiçek için TRT’de bir anma konseri yapılmıştı). Yüz elli kişi yek vücut olmuştu yani. Düşün, artık şu bu demeye gerek yok. Orada herkes yani Ehli Beyt miydi? Herkesin gönlü vardı, bu yol sürenindir. Gördün orada, yüz elli kişi gözyaşları döktü, herkes ağladı, ağlamayan bir kişi kalmadı. İşte ben öyle istiyorum; TRT öyle bir kurum.

Gerçekten oradaki insanlar, mesainizi paylaştığınız insanlar, çok uzun yıllar birlikte olduğunuz insanlar…

Elli yıl ya!

Çok uzun çok uzun bir ömür. Acısıyla tatlısıyla, acı günlerde olmuştur muhakkak, bu yaşanan yıllarda güçlükler de oldu zorluklar da oldu ama sanırım TRT‘de olmak bir ayrıcalıktı?

Tabii TRT. ayrı bir üniversite. Tüm üniversitelerin üzerinde bir üniversite, ben öyle kabul ediyorum.

Yöneticilerle diyaloglar nasıldı? Sanatçılara nasıl davranılırdı? Yani onlar bir memur gibi mi görülürdü, sanatçı olarak kabul görülür müydü?

Olur mu… Yani bizim yöneticilerimiz hangi sanatçı arkadaşımız olursa olsun, birazcık yüzü asık oldu mu, hemen onunla ilgilenen insanlardı. Mesela, Yücel (Paşmakçı) benim elli yıllık mesai arkadaşım, Yücel’e söylerler Ali Ekber’in neden yüzü asık? Bir derdi mi var, maddi bir olanaksızlığı mı var, ailesiyle bir şeyi mi var, derler. O da sevdiği beraber olduğu arkadaşlarına sordurur. Ama sonra sonra öyle şeyler geldi ki, hep siyaset girdi radyoya. Siyaset girdiği zaman, bakıyım falan kişi geldi mi gelmedi mi, müdür kalkar, gelir stüdyoya bakardı. Listeyi alır kimler var, şunlar hangisi imza atmamış, diye bakanlar olurdu. Onlar da tabii bizim Nida Tüfekçi, Ahmet Kamacı, Yücel Bey hep radyodan ayrıldığımızdan dolayı ne derler ona bizim sazımızı taşıyan kişi gitti Ankara’da iki ay kurs gördü, bıyıklarını kesti, geldi, şef oldu, ne bileyim müdür muavini oldu. Bizim sazımızı taşıyan kişi başkası oldu diye bir laf vardır halk ağzında. Onun için radyonun düzeni bozuldu. Ama bizim 66 kuşağı taa Sarısözen’in kurduğu disiplinle geldik biz oraya. Yine de radyo her yerden üstün, her yerden saygılı. Mesela yüz elli kişinin içinde elli senelik değil benim orada on senelik tanıdıklarım var, yeni girmişler, onlar da gözyaşları döktüler. Gördüm, gözümle gördüm yani.

Onun için radyo ayrı bir kurum. Radyo bir kültür yeri. Radyo bir edep, irfan yeri. Ben işte o edep, irfanı bizim Cem Televizyonu’nda da görmek istiyorum. Açıldığına çok mutlu oldum, çok sevindim. Benim elli yıl düşündüğüm gerçek oldu diye seviniyorum. Şimdi programı nasıl yapacaklar diye düşünüyorum. Programı nasıl yapacaklar bütün derdim bu. Radyo yöneticisi gibi yaparlarsa, bir senedir ben Cem Radyosunu açıyorum dinlemiyorum, açıyorum dinlemiyorum. Öyle programlar yapılıyor ki yani bu ne radyosu? Merak ediyorum, kalite düştü, konuşmalar hep böyle hep kafadan atılma cümleler. Eğer radyo gibi düşünürler, radyodakileri oraya aktarırlarsa, hadi bakalım siz şimdi televizyonu yönetin, sen buradasın, sen şuradasın, sen oradasın derlerse, yandık, bittik, yani kırk senelik emeğimiz boşa gider.

Evet hocam nerede askerlik? Askerlik, efendim, Demirel’in memleketinde askerlik yaptım Isparta’da ve Kurmay Başkanımız Saadettin Canberk, İstanbul’lu. Oniki sefer beni mükafat izniyle gönderdi. O zamanlar Cemal Gürsel Kara Kuvvetleri Kumandanıydı. Cemal Gürsel’e ben, yarım saat mi, kırk beş dakika mı saz çaldım.

Öyle mi? Evet.

Nerede çaldınız? Isparta’da, Isparta’ya geldi, Cemal Gürsel, Kara Kuvvetleri Kumandanıydı. Beni çok methetmiş Kurmay Başkanı. O da demiş, peki dinleyebilir miyiz, Kurmay Başkanı, Cemal Gürsel, oturdum, ben kırk beş dakika saz çaldım.

Peki, o zamanlar var mıydı, deyişler? Deyiş okuyordum.

Deyiş okuyordunuz? Ben hep, deyiş okuyorum.

Hep deyiş okudunuz, askerde de deyiş okudunuz. Peki Cemal Gürsel’in Alevi olduğu söyleniyor.

Tabii, biz askeriz, o şeyleri bilemeyiz, yalnız dediler ki, tamam artık Ali Ekber Çiçek, istediği yere gider. Hemşerilik bakımından, Cemal Gürsel gelince, hem saz çaldı, subaylar söyledi bunu, hem de Ali Ekber Çiçek istediği yere gider, İstanbul’a gider, Erzurum’a gider, dedi arkadaşlar. Ben Kurmay Başkanlığını çok seviyordum. Ben bandocuydum, merasimlere çıkıyorduk, bayrak dikiyorduk. Bir de akşamları ordu evinde saz çalıyorduk, tabii orada ben ekip şefiydim. Oniki sefer izin verdi, benim biraz yüzüm asık gördü mü, git izin kağıdını yazdır derdi, yüz tane Aleviyle değişmem onu. Bizim radyonun sazlarını yapan. Ermeniydi kendisi, ama böyle Neyzen Tevfik gibi bir insandı. Ben orada, saz zımpara yapar, perde bağlardım. On üç, on dört, on beş yaşlarımda. Git derdi….ustadan sazın tellerini değiştir gel. Bir iki sefer mükafat izine gönderdiler.

Mesela Cemal Gürsel’in tabii siz az zamanda 45 dakikada dinledi, böyle asker şarkılarını belki düşünmesiniz, ama böyle bir ilgisi var mıydı, ilgi yoğunluğu. Tabii.

Nefeslere herkes ilgi göstermeyebilir. Tabii, Kurmay Başkanı, Saadettin Canberk söyleyince, merak etmiş, dinleyebilir miyiz demiş, hemen emir eri geldi. Ben tabii, Kurmay Başkanım sayesinde, yüksek rütbeli komutanlarla, rahatça oturabiliyordum. Askerdim, ama çekinmiyordum. Hep orada da sevmişlerdi beni.

Peki nasıl sevdiler, nasıl başladı bu iş, mesela, sizi nasıl keşfettiler diyelim hani, askerdesiniz ya. Şimdi ben, Isparta’ya gittim, Selahattin Yüzbaşı vardı. Saz da çalıyormuş kendisi, zaten ben sazımla gidince, saz mı çalıyorsun, şuraya ayrıl, dedi.

Sazınızla gittiniz. Ben oraya ayrıldım, bölükte beni dinlediler, sazımı ve çok sevdi beni. Atışa falan da gitmiyordum, böyle kaç kilometre, sekiz kilometre mi, on kilometre mi, yola gidiyoruz, atış yapıyoruz orada. Acemi erlere atış. Bir gün yüzbaşı geldi, gel sen de gör, dedi. Tüfek verdiler bana, işte orada hedef var, omzuna şöyle yaslanır, böyle yaslanır. Ben sazdan başka bir şey almadım ki elime. Tüfeği attım, ama nereye gitti, bir yere gitti ancak bilemiyorum. Bırak dedi, bırak.

Can Çiçek: Bir de tüfeği, böyle saz alışkanlığı var ya, ikide bir eline almış, sen bir adım öne çık bakalım demiş sana. Sen ne iş yapıyorsun, orayı anlamamış.

Öyle gerçekten. Saz gibi tüfeği tutmuşum.

Sanatçı tutuşu.

Dedim, işte saz çalıyordum, dedim ben.

Senin ne işin var burada.

Saz çalıyordum dedim ben, şimdi bizi bazıları askerdeyken tanıyorlar. Biz Muzaffer Akgün’le hem gazinolarda hem radyolarda (radyolarda bana yabancı değil, Ali Ekber Çiçek deyince bulabiliyorlardı, tabii, bu kadar değildim, ama) Sazı da dinleyince, bu radyo sanatçısı, çok ilgi gösterdiler, bandodaydım ben.

Yazı yazdılar, askeri gazinoya gönderdiler.

Askeri gazinoya gönderdiler, zaten orduevindeyim, yakın bizim bando bölüğüne. İki sene ben orada askerlik yaptım. 1958’de asker oldum. 1960’da terhis oldum. Radyolar bana yabancı değil, zaten 12 yaşımdan itibaren içindeyim. Gelir gelmez, ufak bir imtihan, tabii usulen, girdim, 35 yıl kadrolu sanatçı olarak çalıştım.

Ali Ekber Çiçek büyük bir yetenek ve büyük bir sanatçı ve yorumlarının benzeri yok. bu böyle, ilk keşifler nasıl oldu? Sizin kendinizi keşfiniz nasıl oldu, sizi keşfetmeleri nasıl oldu? Sesinizin farkına ilk ne zaman vardınız, saza ne zaman başladınız, bunları dinledik sizlerden dinleyelim tekrar?

Çok söylendi ama, bizim köy yetmiş beş, seksen haneydi. En aşağı otuzunun evinde saz vardı, zaten dedem saz çalarmış, babam saz çalarmış, dedemden kalan saz zaten, nasıl olmuşsa her yer, kerpiç evler yıkılmış, saza hiçbir şey olmamış. Bana üç yaşımda saz alın, derlerdi. Anam böyle yayık yayardı. Çiğ köfte gibi yapar, kordu, üç kardeştik, bir tanesi de halamın oğlu, onlardan sıra gelmiyor ki, sazı ben alayım. Öğlen olur, onlar sofraya oturduğu zaman sazı ben alırım, vermiyorlar sazı bana…

Küçük olduğun için.

Bozarım diye. Böylelikle ben dokuz yaşına kadar, İsmail Potik Dede, Eyüp Dede, İsmail Dede diye bir dede daha vardı. Bunlar böyle virtüöz bağlama çalan, elli altmış yıldır saz çalan kişiler. Ben dokuz yaşına kadar onları dinledim, elli yaşındaki adamların sazını çalıyordum ben, dokuz yaşında. Ondan sonra ben İstanbul’a geldim, halamların sayesinde. O zamanlar halkevleri kapanmamıştı, Cağaloğlu’nda Şadiye Varadan’ların korosu vardı, Necati Başaran korosu vardı. Üç sene de orada çalıştıktan sonra, grupta, halam bu işi çok iyi biliyordu, halamın kızı Klasik Türk Müziği okuyan Saime Sinan’dır. 1930 doğumlu, Maksim Gazinosu’nda baş solistti. Halam bu işi biliyordu, “oğlum seni ben Ankara’ya yollayayım” dedi. Çiftesaraylar vardı, Cağaloğlu’nda, 7000 kişilik. Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri, daha aklıma gelmeyen, sazlardan mesela, İsmail Şirinçalar, Kadir Şirinçalar, Selahattin Pınar, bunlar gibi bir sanatçı bir daha bu dünyaya gelmez ve ben bunlarla yıllarca çalıştım.

Ondan sonra halam beni Ankara’ya yolladı. O zamanlar misafir sanatçı “Yurttan Sesler”de okutuyorlardı. Ben gittim Sarısözen’e, radyoya gittim. “Sen mi çalıyorsun bu sazı” dedi. “Evet hocam bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.” İşte o zaman Sarısözen Ankara’da konservatuara götürdü, her cuma canlı yayın vardı radyoda. Tabii o zaman Türkiye şimdiki gibi çağ atlamamış, bant yok, bir şey yok, hep canlı yayın. Her cuma günü bana bir uzun hava ve bir deyiş okuturdu. O zaman Pir Sultan’ın deyişini söyledim. “Benden selam söyle, o güzel Şaha” ve her cuma ben “Yurttan Sesler”de…(Sarısözen’i radyonun) Atatürk’ü diye bilirim, o olmasaydı, biz olmazdık, “Yurttan Sesler” olmazdı, radyo olmazdı. Onun için ne yapayım da demiş, bu deyişleri radyoya sokayım, benim yaşımın küçüklüğü ona öyle merhem gibi geldi. On sekiz yaşında olsam yine okutamazdı. O çocukluğumdan istifade ederek deyişler radyoya girdi ve radyolarda bana Yücel Beyler, diğer beyler, bütün radyo sanatçıları deyiş ustası, derler. Ben de onlara derim ki, deyiş ustası Muzaffer Sarısözen’dir. O keşfetti, o okuttu beni, yaşımdan da istifade ederek ve deyişler benim çocukluğum dolayısıyla radyoya girmiş oldu. O zaman deyişlere türkü diyorlardı, bazen ezgi diyorlardı.
Mesela gelelim başka konulara…
1966 yılında ben radyodayken Süleyman Demirel Başbakandı. Yine bir gün bir telefon geliyor. Benim bir türkü var. “Ey erenler akıl fikir eyleyin, dağlara da duman ne güzel uymuş, yaradan Allah’a şükür edelim, mümine de iman ne güzel uymuş.” Diye. Bunu Kul Hüseyin diye bir şairimiz okumuş. Sonunda da diyor ki “Kul Hüsey’ni’m yeşil giyer eynine / Hiçbir hile getirmezdi göynüne / kurdu kuşu lütfeylemiş kendine / Mülke de Süleyman ne güzel uymuş.” Süleyman Demirel’in müşaviri mi işte, artık ne ise, radyoya telefon etmiş, o türkü çıksın, demiş. Yukarıdan müdürleri çağırdılar, dediler ki, bu türkü kalksın, neden dedik, işte burada Süleyman geçiyor, diyor. Ya dedim, Süleyman Demirel ne zaman Sultan Süleyman oldu? Ağzından çıkanı, kulağı duymayan adamlar memleketi bu hale getirdiler, onu demek istiyorum.

Ondan sonra şu var “Ali’nin sırrına ereyim dersen, bir mürşiti kamil bulanlar gelsin, gönül derya deniz geçtik, o derin ummana dalanlar gelsin.” Yine Ali’yi çıkarın dediler, yine gittik, dedim ki “Ondört yaşında da Nazife de Hanım, tadına doyulmaz” diye şarkıları radyolarda söyletiyorsunuz da, TRT’de, ben İmam Ali’yi söylemişim, suç mu birader? Beni aradılar “ya Ali baba, işte ben, “tamam tamam”, dedim. Ali’yi çıkardım, Ali’den kalmadı mı şimdi şu söylediklerimden, “Ali’nin sırrına ereyim dersen” Ali’nin sırrı kaldırdım; “İnsanı kamile ereyim dersen, bu mürşiti kamil bulanlar gelsin.”

Radyo sıkmadı beni, böyle bazı kişiler, devlet adamları, yok Ali’yi söyleme filan dediler tabii ama Radyo beni sıkmadı. Mesela benim şöyle bir türküm var. “Bu hasretlik, bize miras mı kaldı.” O aslında şu; “Çeke çeke ben bu dertten ölürüm, seversen Ali’yi değme yarama.” Fakat biz Ali’nin adını radyodan çıkardık ya, bir daha ben nasıl söyleyeyim bunu? Hiçbir zaman ben dini kullanmadım. Dünya müzisyenleri hiçbir zaman dini kullanmamıştır, hep bizimkiler kullanmıştır.

Benim kasetlerimi herkes dinler; Erbakan’ın, Türkeş’in herhangi bir parti derseniz, o partiyi tutanların, o kişinin evinde benim bandım vardır. Bir tarihte Çağlayan girişlerinde benzinci var, orada duruyorum, 1970’lerin zamanı, ülkenin karanlık günleri… Öyle oturuyorum, bekliyorum, arabada, elimde vites kolunun üzerinde, camdan bir sakallı girdi içeriye. Vites kolunun oradan benim elimi öpecek. Ben tabii çekindim, nedir gibilerinden. Ver dedi, şu elini öpeyim ya, sen türkü söylemiyorsun, Kuran okuyorsun, dedi. 30-35 yaşlarında, ama sakalı var, sen türkü söylemiyorsun, Kuran okuyorsun, dedi. Ver, şu elini öpeyim dedi… Yani demek istediğim şu, her türlü insanın evinde Ali Ekber Çiçek’in bandı vardır. Çünkü bizim felsefimiz budur, kimseyi kimseden ayırmadık, herkesi yolunda ele aldık. Komşumuz Yunanistan’daki kundaktaki çocuk da bizim gibi bir insan. Biz neysek o da odur. Doğum aynı doğum değil mi, insan aynı insan değil mi, insanlar değişik…

Ben şunu söylemek istiyorum güzel dost, felsefemiz neyse ben onu yaptım her zaman için. Bizim bir eserimiz var, ben onu ancak üç sefer ancak okudum. Feyzullah Çınar, bir taş plak yapmış. “Gelir yezit…” gibilerinden. Biz Ankara’ya gittik, dedim, biz kardeşim yaraları kapatmaya çalışıyoruz, sen yine Yezit, deyip duruyorsun. Bu “Yezit”i bana bir tarif et bakalım, Yezit nedir, Yezit kimdir? Yezit saygısızlıktır, Yezit bir fikirdir, Yezitin bir sıfatı, kilosu yoktur. Biz “gönül gel seninle muhabbet edelim” derken, “derdim çoktur, hangine yanayım” derken, sen yine “yezit yine geçtin elime.” Diyorsun… Ne geçti eline, Yezit’i öyle tarif et ki, herkes anlasın gerçek Yezit kimmiş? (İnsanları ayırmanın bir anlamı yok.)

(Bu arada telefonda birisiyle tatlı bir sohbet ediyor.)

Ne yapıp edin, bu televizyonu bilirkişinin eline verin.

Hocam ben çekiyordum kamerayı, ben de yanınızda bir görüneyim?

Gel, tabii, kimle konuşuyorum, resimlere bakıyoruz.
Birilerin ozanlık adına bu memleketi soydu…

Soydular mı diyorsun?

Bunlar ne yapıyor biliyor musun, şimdi bunları ben söylesem, derler ki çekemiyor. Bunlar sahneye çıkıyor, Tepebaşı’nda, Açıkhava Tiyatrosu’nda. Polise diyor ki, ben Altıncı Filo’ya, Metris Çiftliğine, bilmem nereye, Amerika’ya atacağım, vuracağım sazımla; Sen gel beni, sahnede tutukla. Şimdi ben sanatçı olarak bunu söylersem, derler ki, bizim sivri zekalılar bunu çekemiyor. Adamın bir müzik kültürü yok, bir dünya görüşü yok, sadece sakal bırakmakla, işte Süleyman’ın kafasına kel Süleyman, öbürüne bilmem ne (demekle ünlendiler bunlar).

Ecevit 1974’te Kıbrıs’a çıkarma yaptığı zaman, bana bir yazı geldi plak şirketinden çok büyük bir rakam. Dediler ki; Ecevit’e bu şiiri yazdık, sen bunu oku, artık ne istiyorsan, ne kadar istiyorsan, emrin olur. Dedim ki Ecevit gider, Süleyman Demirel gelir, Demirel gider, Hasan gelir. Ben nasıl bunu yaparım, İstanbul’da, yetim büyümüşüm. Akşam olunca Allah’a, bugün de param bitmesin, diyen insanım. O zaman kimse bana sahip çıkmıyordu, şimdi radyodayım, plaklarda ben çalıyorum, Maksim Gazinosu’nda çalışıyorum, gecem gündüzüm hep müzikle ilgili, o zaman niye bana kimse sahip çıkmadı. Şimdi…

İşlerine gelince?

İşlerine gelince, (düşeni kaldırmak lazım) o zaman hiçbir partiye ben yakınlık duymadım. O zaman 1963’lerde, 1965’lerde Şükrü Balcı vardı, İstanbul Emniyet Müdürü. Bana dedi ki; oğlum bak, sen çok şöhret oldun, sana otel teklif ederler, sana kadın teklif ederler, sana viski teklif ederler, bir şeyler imzalatırlar, sakın ha, dedi. Ben beş sene rakı içmedim, ben bir kilo rakı içerim. Ben içiyorum diye bana kızıyordu, çok içiyorum, diye. Beş sene rakı içmedim, birisi sorsa, neden rakı içmiyorsun, derse; Dedi ki dedi, karaciğerim rahatsız, sana kimse, rakı içiremez, dedi. Beş sene içmedim, ama hiç boşluğa da düşmedim.
Orada bir resim vardı, Şükrü, bu çocuk benim talebemdi, Kartal’da hala yaşıyor. Şükrü her zaman gelirdi, Aziz Lokantası’nda, hanın içinde, önünde, Ağa Camii yanında, böyle kafesli bir yer vardı, Ali Baba, ben, Şükrü, Aziz’de oturur öğle yemeğini yerdik. Hep bana nasihat ederdi, biz de nasihati dedelerimizden almıyorduk, söz dinleme, kulağımız açık, hiç onun boşluğuna düşmedim.

Bir mektup geldi bana, uzun bir mektup, o benim talebemden. Dedi ki bunu solcu bir önder (İsmi bizde) Kartal Şubesi’ne gönderdi, sana yazmış. Çok üzülmüş, partiye imza atmadım ya. Ondan sonra Tepebaşı Gazinosu’nda Aşık Daimi var başka aşıklar var, bir gece yapıyoruz, o geceye yedi kişi Ankara’dan gönderiyor, yedi kişi Ankara’dan geliyor. Onun içinde Kul Ahmet diye bir aşık da var, onun deyişleri var. Tabii sivil polisler işi anlamış, çakmış, şimdi orada bir grup geliyor, perde iki metre geriye çekiyorlar. Kimi geliyor daha yukarı çekiyor, ben de tam sandalyemin arkasına perdeyi çektiler. İşte ben de yedi sekiz parça okuduktan sonra Haydar Haydar’ı söyledim. Bana Haydar Haydar’ı anında çal diyorlar, çalamıyorum. Yedi sekiz parça okurum, ısınırım, ondan sonra Haydar Haydar’ı çaldığım zaman, ben artık kim ne yaparsa, yapsın ben artık başka bir diyardayım. Şimdi o yedi kişilik masa önümde duruyor, oradan birisi çıktı sahneye, elini omzuma koydu böyle. Önündeki masaya diyor ki, işini bitireyim mi, diyor. Perde kalktı böyle, tabanca perdeden görünüyor ya, perdeyi kaldırdılar…. Yani işi oraya kadar götürdüler. Birilerinin ekmeğine mani oluyorum, işlerini bozuyorum, diye böyle yaptılar.

Haydar Haydar, öyle bir etki bıraktı ki, sadece Türkiye’de de değil, dinleyen her insanı etkiliyor. Onu çalınca bambaşka alemlere giriyorum dediniz, bambaşka duyguların içerisine giriyorum, dediniz. Gerçekten ama öyle anlıyorum, öyle hissediyorum ki, bunun doğuşu, bunun meydana gelmesi, hiç kolay olmadı. Bir birikim sonucunda, bir çiçeğin tomurcuğa durup uzun yıllar beklese bile, sonunda ölümsüz bir şekilde açması gibi bu büyük parça, nasıl gerçekleşti, bu doğum, bu çiçeğin açması nasıl oldu?

Ben bir hafta beş yüz elli profesöre çalıyorum. Orada böyle elektro falan yok, düz üç tane mikrofon koyuyorlar. O sazın tınısını duymak istiyorlar. Orada bir buçuk saat yirmi bir üniversiteden profesörlere konser verdik. Şimdi orada bir hanım profesör demiş ki; bu adamın çaldığı enstrümanı tanımıyoruz, ne söylüyor onu da bilmiyoruz, ama ben de öyle bir zevk var ki, gözlerimden yaş geliyor, hiçbir şeye benzetemiyorum demiş… Colombia Üniversitesi’nin rektörü de diyor ki; gönülden gönülden gönüle yol var ya diyor, müziğin dili yoktur, müzik evrenseldir. Mesela Haydar Haydar’da Şef Betin Güneş diyor ki; bunun içinde Mozart’ın melodisi var, Chopin’in melodisi var, adlarını şu anda söyleyemeyeceğim kişilerin melodisi var. Ben bir Chopin’i dinlemişim, derler ya hani, Chopin’in üç numaralı senfonisi. İsimlerini bilmiyorum, ama onları dinleyerek onlardan aldım gibi bir şey değil bu tabii ama ben onları dinledim, çok sevdim.

Ben radyoda dört saat saz çalardım. “Yurttan Sesler” solistler, koro, hepsi bir araya gelip, hesap ederdim, günde dört saat saz çalardım radyo sanatçısı arkadaşlara. Benim o zaman ev falan yoktu. Ben iyi hatırlıyorum Balık Pazarı’nda, Hasan Tahsin Apartmanı vardı, çok eski bir bina, hala da duruyor. Dokuz numaralı bir daire vardı. Onun dışında benim yirmi küsür senelik Yahudi komşumuz vardı. Demişler ki bir dostumuz var, radyo sanatçısı, bunlar bizim aile dostumuz. Hiçbir zaman sizi rahatsız etmezler, tavsiye üzerine, onların tavsiyesi üzerine o eve girdiler. Dokuz odadan bir tanesini stüdyo gibi yapmışım, yukarıda bir çalışma odam var. Ben gece saat dörtlere kadar, göz yaşlarımla, beynimi, zihnimi yormak şartıyla, ben onu üç senede o hale getirdim, bir emek…. Onun için, onu ne kimse çalabilir, ne çalar, çalsa da çaldığını sanar. O öyle bir olay. Betin Güneş o öyle bir şef ki, diyelim ki Berlin’de, bir orkestrayı yönetiyor, oradan biniyor uçağa, gidiyor, Amsterdam’a, Hollanda’ya, oradan da biniyor, gidiyor, öyle bir adam, enteresan bir adam. Simit yiyor böyle, sipsivri bir adam, karnı sırtına yapışmış, yemek yemek yok, simit yiyor. Hep işi gücü müzik, piyanoya elini birden koyduğu zaman, o sesleri yazar, çok acayip bir adam. Türkiye tanımıyor onu, ama dünya tanıyor. Dünyanın neresinde konser verirsem vereyim, yirmi birinci asrın Chopin’i diye seni lanse edeceğim, diyor. 58 senedir bu işin içinde olduğum için, bazı olmuş şeyleri de, anlatmak lazım. Bunu hiç kimse yanlış yorumlamasın, ben isim, şöhret, kendini methetme adamı değilim.

Değilsin, artık bunu bilmeyen yok.

Hanım Haydar’ın sancıları…

Onun için, onu öyle bir yemek gibi pişirdim, diyelim. Konservatuarda birisi benimle çalıyor, benimle gözyaşı döküyor, benimle uykusuz kalıyor, benimle bir enerji sarfetti, benimle onu aradı, buldu. Hiçbir yerde, hiçbir müzisyen diyemez ki, bir yerden bir şey alınmış diyemez. Hep beynimi, zihnimi gönüle indirip, gönülden parmağa, parmaktan saza, vurmuş bir olay.

Efendim, sizi yormakta istemiyoruz, ama bu eşi bulunmaz sohbetinizi dinlemek bize aşk ve zevk veriyor. Tabii plaklar vardı, eski kuşak dediğimiz insanların, kulaklarının pasını gideren, gönüllerine sevgi çağlayanını boşaltan plaklar. Önce taş plaklar, sonra kasetler, sonra cd.’ler. Devir değişti, dönem değişti, teknoloji değişti, ama müziğin insanlara ulaşma vasıtaları farklılaşsa da, onun değeri hiç değişmedi. Ali Ekber Çiçek’in bugüne kadar yaklaşık kaç kaseti oldu, cd.’si oldu, plağı oldu?

Benim aklımda kaldığı kadarıyla 84 tane taş plağım vardı. Bunların hepsini bir araya toplasak ya on sekiz tane, ya yirmi tane var. O da hepsi bende değil. Gelen aldı, götürüp çekip getireceklerdi, gelen aldı, giden aldı, biz de hep vereceğiz ya. Biz hep veriyoruz, hiç almıyoruz çok şükür. Onlarda öyle gitti, hepsini saysan… Sivas’ta, on dört mü, on altı mı plak vardı. Bu insanda, söz söylemeyi ben hiç sevmiyorum, demek, bizi herkes dinlediği için söylüyorum, bazen bizim bazı alıcılarımıza göre, bir yabancı gördüğümüz kişi. Öğretmen, edebiyatçı, emekli olmuş. Otuz küsur sene olmuş, plaklarımı almış, saklamış. Hepsini saysan yirmi-otuz ancak var, diğerleri hepsi, geçmişteki dostların evlerinde. Kime gitsem, bende dört taş plağın var, diyor. Kimi diyor ki, sekiz tane var, getir diyorum, he he diyorlar, he he kalıyor. Arşivimi doğru dürüst yapamadım.

Arşivi yapamadınız, bunu hissediyorsunuz, ama biraz da verici olmanız, biraz da olayı akışına bırakmanız herhalde, o plakları bir arada görmenizi engelledi. Maalesef hemen hemen bir çok ozanımızın, aşığımızın, sanatçımızın başında olan bir durum. Hatta bazı yazarlar bile, ilk çıkan kitaplarını şu anda bulamıyorlar. Bu Türkiye’nin bir sıkıntısı, ama bunu bir ölçüde yadırgamamak lazım. Yadırganması gereken şey başka, siz aynı zamanda bir arşivci değilsiniz, sizin bir menajeriniz, sizin bir asistanınız, sizin bir yardımcınız olmadı ki, bu şeyleri o düşünsün, siz mi uğraşacaksınız bunlarla. O yüzden bunlar çok doğaldır, fakat, yine görebildiğim kadarıyla fotoğraflar var, diğer şeyler var. Onun dışında, üniversitelerden, liselerden veya başka kurumlardan, sizinle ilgili yapılan çalışmalar var mı, yaşantınızla ilgili veya anladığım kadarıyla yurtdışından, bazı yazarlar, akademisyenler ilgilenmiş sizlerle.
Sizinle ilgili yazılar yazıldı, broşürler basıldı. Bir de TRT’de o seslendirdiğiniz o parçalarla ilgili cd.’ler gördüm. Bir takım, bazı çalışmalarda yok değil, ama derli toplu değil herhalde.

Evet genel müdür, bundan yedi sekiz ay önce demiş ki, çünkü benim radyo arşivimde elli dört bandım var. Bu elli dört bant, her programda, dört tane, beş tane, bazen üç tane, elli dört tane bandım var. Bunları TRT. Genel Müdürlüğü, İstanbul Radyosu’na duyurmuş, bunların hepsi cd. Olacak, diye. Herhalde on on beş tanesini yapmışlar, ama devamı var mı, yok mu sormuyorum. Kendileri demezse sormuyorum.

Soramıyorsunuz, ama çok güzel bir etkinlikte Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, yapılan iki etkinlik vardı, ikisini de izledim ben, birisi size, her ikisi de saygı anlamındaydı, ama diğer sanatçı arkadaşlarda katıldı. Bu çok tarihi bir olay oldu. Bir de, arka arkaya kırk civarında, ben kırk diyorum ama iki buçuk saatlik, muazzam bir resital, çok güzel, eşi bulunmaz bir resital verdiniz Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda.

Ben rahatsızdım o zaman.

Rahatsız olduğunuz halde muazzamdınız. Yani bunlar da insanın taçları, başının taçları ve sayısız da ödülünüz, plaketiniz var, değil mi?

Vallahi, onları bilemiyorum, İstanbul’daki ev dolu, buradaki ev dolu. Daha bunların yüz mislisi vardır, ama ancak bu kadarını koyduk. Yer yok, ne yapalım yani, nereye koyayım, çok var, hem de böyle onurlu ödüllerim var. Mesela Hollanda Üniversitesi’ne iki sefer gittim, burada yine üniversitelere gidiyorum. Amerika’da yine bir üniversitede resital verdim, hiç Türk yok, sadece Kanadalı, Amerikalı hocalara konser verdim. Ben artık herkese inanmıyorum, her şeyimi alıyorlar, geri getirmiyorlar.

İnanmamakta da haklısınız.

Çünkü benim burada konuştuğumu, hiç kimse incinmemek şartıyla konuşuyorum. Kendi yaşadığımdan bahsediyorum, başkasından bahsetmiyorum. Onun için mesela orada, geldi geçenlerde bir dergi, şirket çağırdı, şirkette oturuyoruz. Ne yapıyorsun, nasıl geldin İstanbul’a diye sordu. Dedim ki ben zelzele geçirdim. Dokuz yaşına kadar Erzincan’ın merkeze bağlı bir köyünde, ölen ölmüş, kalan kalmış. Halam da beni çağırmış, Ali Ekber’i İstanbul’a gönderin, demiş. Ben dokuz yaşında İstanbul’a geldim. Haydarpaşa’da halamlar karşıladı, götürdüler evine, Beyoğlu’nda halamın kızının evi vardı. Şimdi gazetede yazıyor ki, mecmuada, dokuz yaşında İstanbul’a gelmiş, bir hana gitmiş, handa çalışmış, yatacak yeri yokmuş. Dokuz yaşında çocuk İstanbul’a niye gelsin? Ben de dedim ki, söyle şu herife bunu düzeltsin. Ben çalışmışım, handa, dokuz yaşındaki çocuk, ne çalışır handa? Onlar böyle yazmış. Onun için ben gazetelere hep rica ediyorum, diyorum ki, Ali Ekber Çiçek’in ağzından ne çıktıysa, Ali Ekber Çiçek ne yaşadıysa onu anlatıyor. Ne kendini methediyor, ne bilmem ne.

Evet, mesela ben gittim, halamlar Rus Harbi’nde gelmişler. Dedemin faytonu varmış, İstanbul’da ne araba var, ne taksi var, dedemin faytonu varmış. İki üç tane de nüfus kağıdına da, Erzincan’da tarla veriyormuş, nüfus kağıdı çıkarmış. Erzincan’da böyle 200 koyunluk, iki çift atı, iki çift öküzü olan kişi zengin sayılıyor. Dedem de eski rüştiyeyi bitirmiş, ehli kamil insan. Görmüş demek ki ileriyi, malı mülkü de var, parası da var. Tutup, İstanbul’a geliyor, İstanbul’da on sene kaldıktan sonra, harp bitti her şey bitti. Ben ölür de burada kalırsam (ne olur diyor), ben istemiyorum (buraları), beni köyüme götürün (diyor).
Dedem de çok önemli adammış, bizim evde zülfikar var, on dört yerden gelirlermiş, bizim evde görgü yapılırmış. Yedi tane tosun, yirmi tane koyun kesilirmiş. Ninem de böyle, genç gelinleri, kızları toplarmış, onun nezareti altında kazanlar kaynarmış, hala onun yerine, Fatma Anamın yerine gelirler. Çok enteresan; yemek pişirirlermiş, bizim Can’ın ki gibi. Hâlâ onun yemeğini methederler. Yüz elli kişiyi ağırlamak, ayrı bir hesap.

Gelmişler, on sene kalmışlar (İstanbul’da), dedem toparlayıp, gitmişler, Unkapanı plak şirketi, Unkapanı Köprüsü’nden bu yana, plak şirketlerinin, yarısı dedeminmiş. Hıdır diye birisi varmış ondört onbeş yaşında, o da onun çayını, kahvesini yaparmış. Bunların hepsini ona bırakmış gitmiş dedem. Halam da İstanbul’da kalmış. Zelzeleden sonra halam beni çağırıyor, ben de gidiyorum, halamlar o zaman İstanbul sosyetesi, sabah kahvaltısı yapıyoruz, çatal sol elde, bıçak sağ elde, sabah kahvaltısında, evimizde, evlerimizde. Babamın ablası, öbür halam da babamla ikiz. Babam tek, iki kız kardeş var. Biri ablası, biri ikiz. Bibi diyoruz mesela, Erzincan, Elazığ, Malatya, babamın ablası, Bibi diyoruz köylerde, evladım, burası İstanbul. (Şiran’da biz de diyoruz. A. Aydın)

Şimdi haladan bahsediyoruz?

Şimdi halam, “evladım diyor, burası İstanbul, “bibi” (lafı) köyde kaldı.” Böyle konuşur, tam İstanbul sosyetesi olmuş halam, bir de halam çok güzel bir kadındı. Biz hep onunla beraber yatardık. İkimiz bir yatakta yatardık halamla. 1951 yılında, bana bir sedefli saz yaptırdı bir ustaya. Yirmi senedir, halamın parasını bitiremedim. Hala, borcum bitmedi mi, “bitmedi oğul” diyor. Bastonla geliyor, radyoya devamlı, Tarlabaşı’nda, Karakolu’nun arkasında.
Hemşerilerimin evlerinde kaldım, nasıl beni böyle bağırlarına bastılar. Evden eve gidiyorum, bir gün gidiyorum orada kalıyorum, bir gün, üç gün orada kalıyorum. Yine öyle, geziyorum işte, evlatları gibi beni bağırlarına bastılar. Ben halamdan ayrıldım işte, hemşerilerimin evinde kalıyorum. Öyle zaman oluyordu ki, diyelim Hasan Efendi’nin evinde kalıyorum. Yaz ayı, böyle bir divan var camın önünde, bahçesi var, gidiyorum gecenin saat ikisi, gidiyorum, nerede kalmışsam, fazla da kalmışım. Onlar yatıyor, yaz sıcak, o divana uzanmış yatıyorum mesela. Ben bunu böyle anlatıyorum, ya, o da diyor ki (bir gazeteci) handa çalışmış, handa yatmış. Hanla ne alakası var, ben sana söz söylüyorum. Çok canım sıkıldı (o yazıya), sonra vazgeçtim, ya niye canını sıkıyorsun, handa, dokuz yaşında, demek ki ben, çok güçlüymüşüm ki çalışıyorum…

Böyle, ben şunu demek istiyorum, ben dokuz yaşında İstanbul’a geldim.
Benim 1970’lere doğru, çok solcu, devrimci arkadaşlarım vardı. Bana diyorlardı ki, sen Ali Baba, biraz bağnazsın diyenler vardı. Bir de baktım onlar sonradan işte Kültür Bakanlığı’nda çıktı, Kültür Müdürü oldular, Mengen’de, Bolu’da, Kayseri’de. Bunları otuz sene sonra görüyorum, bu çok önemli. Mehmet diye bir ahbabım, bir arkadaşım vardı. Mengen Kültür Müdürü, sol gözü yok. Kültür Müdürlükleri’nden yapıldığı için, vali düzenliyor, normalde o konserleri. Şimdi ona diyorum ki; Mehmet Bey, hatırlıyor musun otuz, otuz beş sene evvel, sen bana “ya Ali Baba, çok güzel çalıyorsun fakat biraz bağnazsın.” Ancak beni vali karşılıyor, size emir veriyor, benim konserlerimi tertipliyor. Siz de esnafı… katıyorsun araya, para kesesi gibi doluyor orası, ama benim konserimi vali tertipliyor. Ben Ali Ekber Çiçek’im, senin söyleyeceğin yok. Zonguldak’ta, birisi daha vardı, O da o zaman bana bağnaz, diyordu. Ben dokuz yaşında İstanbul’dayım, anasız, babasız, anamda bir Atatürk’ü yaşadım. Vali beni karşıladı, vali beni ayakta alkışladı. Demek ki ben dokuz yaşına kadar, eski rüştiyeyi bitirmiş dedelerimin sohbetleri, beni benden geçmiş, aşmış, kimseyi de kimseden ayırmamak şartıyla Ali Ekber Çiçek’i bu günlere getirmiş. Çünkü ben dokuz yaşında söz dinlemeyi öğrenmişim. Hakk kelamı her kulaktan içeriye girmez, bu kulak mühürlüdür.
Mühürlü kulağa hak kelamı girmez. Hakk kelamının girmeyeceği yer mi var, gider dağlara, gider ormana, onu bilen yerde. Hakk Hakk olan yerde olur.
Onun için özür dilediler benden, onların hepsi özür dilediler benden, otuz beş sene sonra.

Bir insan var, bazı insanlar var diyelim, bir yerde duruyorlar, fırtınalar esiyor, rüzgarlar çıkıyor, kasırgalar kalkıyor. Açlıklar geliyor, zulümler geliyor, işsizlik oluyor, engeller geliyor, dedikodular oluyor, her türlü insana yaraşmayacak unsur geliyor ve insanı buluyor. Fakat onlar bütün bunlar karşısında ayakta duruyor. Eğilebilir, kendini o sele kaptırabilir, o fırtınanın içinde kaybolup gidebilir, ama gitmiyor, ilkelerinden ödün vermiyor. Doğru bildiği yola gidiyor, ama birileri de diyor ki, ya sen bir şeyi bellemişsin, bir daldan tutuyorsun, başka bir yere yönelmiyorsun. Aşık Veysel’e demediler mi, o da yobazdı, diye. “Kör Veysel” ne yapsın? Halkının yanında sazını mı çalmadı? Devrim marşı mı söyleyebilirdi, Veysel?

Hayattayken tarihe geçti daha ne olsun. Karatoprak’ı dünya bulamamış o buldu, keşefetti, adam ne yapsın daha. Gitti, işte, hayattayken insan tarihe geçer mi, O geçti.

Hatta şiir bile yazanlar oldu. Bizden yönelik bir şey söylemedin, hep toprakla uğraştın diye, şiir bile yazdılar aleyhinde. Aklın alamayacağı şekilde, yine bu camianın içerisinde, ama biraz da hakaret diyelim içeren, şiirler yazanlar bile oldu.

Aşık Veysel niye sazını, sözünü çeşitli ideolojilerden yana kullanmamış da, topraktan, çiçekten, sevgiden, ağaçtan, insanlıktan devamlı bahsetmiş ve ömrünü öyle tamamlamış!? Aynı şey sizin içinde söylendi, Ali Ekber Çiçek bağnaz, tutucu, yobaz, deyişten başka bir şey çalmıyor, dendi.

Niye?; o sazıyla, elli yıl, atmış yıl, bildiği aynı doğrularla yürümüş, devam etmiş, siyasete bulaşmamış, halkın gönlünde, yerini almayı bildiği gibi onu muhafaza etmesini de başarabilmiş her şeye rağmen. Üzerine bir de bir devlet kurumunda (TRT) kişilik sahibi olmuş, kimliğini kabul ettirmiş ve dünyanın dört bir bucağında da sevgiyle anılır olmuş…
Birileri de çıkmış demiş ki, ya sen tutucusun, bağnazsın.
Neye göre tutuculuk?, bağnazlık nedir, tutuculuk nedir?, bilmiyorlar bile üstelik.

Ben Amerika’ya gittim, Kültür Bakanlığı aracılığıyla. Oradaki profesör, bana diyordu, dağlar, orman, deniz sizin Türkiye’ye benziyor mu? Bu şartlarda, gezip görebildiğimiz kadarıyla orman bizim orman, dağlar bizim dağlar, ama okyanus değil. Niye sen söylüyorsun ya, “on dört bin yıl gezdim pervanelikte.” Kainatın kopmasını ana rahminden vücut bulmasını söylüyorsun, geldiğin yeri seyrediyorsun, söylüyorsun. Bunu Amerika’nın üniversitenin rektörü söylüyor, Türkiye’de hiçbir rektör bana kalkıp da bunları söylemedi.

Hz. Muhammed’le, İsa sudan, topraktan geldi; iskelet yapılıyor, can vermek, nefes vermek için. Hz. Muhammed’in doğuşuyla, dünyanın kuruluşunun arasında on dört bin yıl mesafe varmış gibi, bir şeyler anlattılar, ama onun içinden çıkamadılar. Bir insanı kainattan koparıp, gelip, kendisine de seyrettiriyor (Yaradan). O benim dediğimle beni irşat ediyor, olamaz böyle bir zevk, dünya onu biliyor. Onun için biz anlasak da, anlatamadık, ama yine ben Hakk’tan da, halktan da kopmadık.

Her gittiğim yerde aynı aşkı, sevgiyi gördüm, yaşadım. Hanımla beraber biz İzmir’e gittik, ne tarihi bir olay bilir misin, yetmiş bin kişi geldi. Öyle altı yaşında, beş yaşında çocuklar Haydar Haydar’ı istiyorlar. Benimle resim çektiriyorlar, üçyüz kişi resim çektiriyor. Ben rahatsızdım tabii, hanım orada yöneticilere söylüyor, ama çok resim çekildi. Ben de şöyle bir huy var; bir hanımefendi geliyor, bir bey geliyor, bir adam geliyor, oturuyorum koltukta, ama ben oturduğum yerde elimi uzatmayı sevmiyorum. İllaki kalkacağım, oturursam saygısızlık olur, gelen kişiye karşı. Elimi onlar istediği zaman, beni oradan kurtardılar.
Şimdi ben arabayla giderken birisini indirdim mi, hemen kapıyı açıyorum ben. Hocam yok yok diyorlar. Ben vazifemi yapayım da, sonradan yapmadı, demesin. Camdan elimi uzatmayayım da. Kapıyı açayım da, iniyorum, inmeyin hocam, diyor. Ben o nezaketi ona göstermek mecburiyetindeyim. Arabadan el uzatılır mı, eşek aklı işte.

Bu anlayışa sahip olan insan bulmak zor da, sizin yine hep parçalarınız gönlüme geliyor, ruhumdan hiç ayrı değil zaten, gün akşam oluyor, bir dost bulunmuyor. Çok zor bir dosta ulaşmak. Biraz da yalnızlık hissi var, yani yalnız olma duygusu var?

Bin kişinin içinde yalnız kalıyorsun, bir kişiyken de yalnız kalıyorsun. Ben sahneye çıktığım zaman orada oturan da ben, çalan da ben… O çok önemli, oturan da sen, çalan da sen.

Hanım Tabii, o söz çok hoşuma gidiyor.

Ben çok rastlamışım, benim konserlerimde, Tepebaşı’nda, her cumartesi Sivas’ın seksendört tane derneği vardı. O seksen dört derneğe ufak rakam almak şartıyla ben gidiyordum ki, Sivas’ta bir göl yapılıyor, bir çeşme yapılıyor, oraya faydamız olsun, diye. Bize dese ayda on lira ver, ben ayda on lirayı veremem. Onun için sermayeden zarar mı edelim, ikibin alacağıma, bin lira alırım, veya hiç almam. Şunu söylemek istiyorum, ben bu para denilen maddeyi öğrenemedim, öğrensem, öğrenseydim de, Ali Ekber Çiçek olamazdı yani.
Mesela diyelim bir milyar, bin lira mı diyorlar, on liraya da onbin lira diyoruz, yine benim dediğim gibi. Mesela, her gittiğim yerde Almanya’da, federasyonda liste var. Listeyi yapıyorum, mesela listede de, Hasan, Mehmet, bilmem ne var. Hasan dört bin mark, bilmem ne beşbin lira, bilmem kişi yirmi bin mark. Diyelim bu, Ali Ekber Çiçek’in ki boş. Biri kiraz mı bu sayalım, elma mı, armut mu bu, sanatçının fiyatı olur mu?
Düşün oniki, onüç yaşındayım… Haydar Özdemir Beyazıt’ta, bir Tunceli gecesi yapıyorlar. Aşık Veysel’le beni çağırıyorlar (İstanbul’a). Sarısözen bizim biletlerimizi aldırıyor, Cengiz diye bir bağlamacısı var. Biz trene, eksprese bindik, gidiyuz. Ben dedim ki “koskoca bir Muzaffer Sarısözen bizi gönderdi, koca bir avukat bey de bizi çağırıyor, elbet bir şey düşünmüştür. Çocuğum daha biz böyle çıktım bu yollara, para pul düşünmeden…Öyle gidiyor, çocukken de aynısını söylüyorumdum, yetmiş yaşına geldim yine aynısını söylüyorum. Demek ki Hakk yolundan gittin mi, maddeyi düşünmüyorsun.
Almanya’da dediler ki; on beş sene bizi soydular, kimin bize hizmet ettiğini şimdi anladık. Onlar beni görünce, tanıyınca dediler ki; kimin bize hizmet ettiğini anladık. Çünkü adam saat dörtte kalkıp işe gidiyor, en ağır işleri bizim Türklere veriyorlar, beğenmiyorsanız, sizin bakanınız, bilmem neyiniz hırsız, gidin memleketinize diyorlar. Berlin’de dazlaklar böyle, bizim hizmetli kaç tane Türk çocuğunu sokakta öldürdüler…Orada bir mahalle yapmışlar, o mahalle Türk mahallesi, bizim. Birine diyorlar Kasımpaşa, birine diyorlar Tophane, isim koymuşlar, adamlar yerleşmişler Berlin’de, sahip çıkıyor Berlin’e, o sokaklar hiç Alman yok, hep Türk. O sokakların ismi de Türk, dazlaklar da istemiyor Türkleri, çocukları orada kapının önünde öldürüyorlar. Üç çocuğu öldürüyorlar.
Şunu demek istiyorum; sanatçı kiraz değildir. Sanatçı bir öğretmen gibi vermelidir. Bak şimdi ben bu adamı seviyorum, o adam adam olacak. (Cem Televizyonu’nda kendisi görünüyor.)

Adam, adam olmuş, aşkolsun. Bizim Televizyon’la ilgilen iş adamı Yaşar Tütek Bey de sağolsun, sizi çok seviyor, bakın ağırlığını da koydu artık. Umuyorum ki Cem Televizyonu ilerleyecek.

Peki bir şey daha, dediğim gibi; belki gün içerisinde yine bir şeyler yaparız da, misafirler de var, sizi üst üste çok yormayalım. Sizin canınız bizim canımız, sizin canınız yanarsa, benim de ruhum yaralanır. Yormayalım sizi, Aşık Baba, Aşık Veysel Baba, hakikaten o da bir klasik oldu, o da değerimiz oldu, o da artık bu ülkenin temel taşlarından hatta birisi oldu. Çok mesainiz olduğunu anlıyoruz, biraz anlatır mısınız? Biraz sizden dinleyelim Aşık Veysel’i. Kendisi yok, siz onun temsilcisisiniz.

Aşık Veysel, senede bir gün Ankara’ya gelir, Ankara ‘da, on-onbeş gün kalır, hep evlerde misafir ederler. Oradan da gelir, İstanbul’a. İstanbul’da kalır bir müddet, oradan İzmir’e gider, ondan sonra gider köyüne. Aşık Veysel, diyelim, bir yere misafir oldu. Orada mutlaka, Aşık Veysel’e bir yol harçlığı verirler. Adamın gözü görmüyor, başka da bir yaptığı da yoktur. Bahçede üzüm budar, başka bir şeyi yoktur.

Aşık Veysel, aşık değil, mesela Davut Sulari, aşık. Şurada ne kadar madde varsa, sazı eline alır, bunların hepsini böyle dizlerine koyarak, anlatır, sazıyla çalar.

Aşık Veysel bir güfte yazdırır, aradan geçer altı ay bir güfte daha yazdırır, aradan geçer üç ay bir güfte daha yazdırır, üç olur.

Aşık Veysel usta makamı okur. Ali Ekber Çiçek üslubunu Aşık Veysel gibi hiç bozmamıştır. Aynı otantiğiyle gelmiştir. Sonra, sonra, artık Karatoprak’ı da yazınca, bütün dünyada her milletin bir folkloru var, her milletin bir şairi var, bilinçli kişileri var, nezih kişileri var. Biz dünyadan daha farklıyız, bizim toplumumuz dünyadan daha farklı, daha fazla insanlar çıkarmışız. Aşık Veysel, o üslubu bozmamacasına geldi sonra Karatoprak’ı yazdıktan sonra adam tarihe geçti, hayattayken. Hiç kimseyi incitmedi, o şudur, bu budur, o şöyledir, bu böyledir falan demedi; sadece gerçekleri söyledi. Toprağı seven adam, toprağın üstünde, toprağa basıyoruz, toprak duvar oluyor, orada kiraz olur, orda zeytin oluyor. Biz de bu kainatta toplanıp ana rahminde vücut bulduğumuz için, kainattan ayrı değiliz ki, nereye baksak, o bizde mevcut.

Ben biraz da duygusal bir insan olarak, sizin kasetlerinizi sürekli dinliyorum ve bambaşka dünyalara giriyorum. Alevi Bektaşi İslam inancını da sizin kadar güzel yorumlayan hemen hemen günümüzde sanatçı hiç yok gibi geliyor bana. Tabii onun ötesinde de kendinle, kendi kendimle kaldığın zaman, kendi kendimle baş başa kaldığın zaman, sizin eserlerinizi dinlediğimde, bir de bir parça hüzün var ben de, hüzün oluyor.
Yalnızlık, gurbet, böyle dost bağlarına gitmek…
Yine de demek ki sanatçının ruhu, her ne kadar, halkının yanında, inancının yanında ise de, sanatçı yine de ayrı bir insan, yine de, bir ölçüde yalnız bir insan…
Sanatçı yaratan bir insan, sanatçı özgün bir insan. Bunu sizin deyişlerde da hissediyorum, bir çekip gitme var, bir gurbet, hayat, dünya biraz da hüzün var tabii…

Çünkü biz, tabii hep eziklikten geldiğimiz için bunlar var. Mesela ben “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım”, “Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma”… Ben bunu askerdeyken, Isparta’da, yazmış olduğum bir parça, bir ezgi. Parçayı çok sevmiyorum, parça değildir ezgidir aslında. Mesela ben kendimi her yerde yalnız görmüş, bir eziklikle yetişmiş olduğumuz için, (bunu yansıttım) (biz aslında) millet olarak (böyleyiz). Mesela radyoda, diyelim müdür beni çağırıyor. Müdür beni çağırdığı zaman, koridorlarda gezdiğimiz zaman, karşılaştığımız zaman müdür ceketini ilikliyor, hemen biz de ceketimizi iliklerdik. Şimdi beni müdür bey çağırıyor, ben hemen eve gidiyorum, kravatımı bağlıyorum, saçlarımı tarıyorum. On gün geçmişe dönüyorum, acaba müdür beni çağırdığına göre, on gün evveline dalıyorum, orada ne yaptım, orada ne ettim, diye düşünüyorum. Bakıyorum ki, Ali Ekber Çiçek, işine sadık, on da gitmez işine, dokuz da gider, ben otuz beş yıldır her zaman zamının da işime gittim. Bana bir mektubu vardı, örnek sanatçı, diye.

On dakika ben Ali Ekber Çiçek’i alayım karşıma, sen ne yaptın diye, sorarım? Soruyorum, soruyorum, hiçbir şey yok, çıkıyorum yukarıya, sekreter orada. Diyors hocam iyi misin? Ondan sonra gidiyorum, ya birader neredesin, gel bir kapıyı çal. Yarım saat oldu sen beni çağırdın, bir şey oldu da çağırdın. Gel kahveye çıkalım, diyor ve ben rahatlıyorum. Şimdi Orhan Ağabey var, biliyorsun Orhan Dağlı. Orhan Ağabey gel, diyorum, daha bandımıza zaman var, Orhan Dağlı, bir kahve ısmarlayayım sana, benim kahvem içilir. Böyle yapıyor, ceketi ütüsüz, pantolonu ütüsüz, kravatı da yok. Ya bizi çağırmış, sen aşağı indi de, Ali Baba, ben aşağı inip de, bakayım ne diyor, geleyim. Şimdi ben yine Ali Ekber Çiçek’i alayım karşıma, ben bak ezikliğin senaryolarına bak. Adamın pantolonu ütüsüz, boynunda kravatı yok. Çünkü ben hayatta kot pantolon giymiyorum, disiplinim neyse, ben temmuz, ağustos ayında da kravat bağlarım, kumaşımı giyerim. Bana şimdi böyle bakma, yataktan kalkıp, sohbet ediyoruz. (Sevgili Ali Ekber Çiçek salonda yatakta yatıyor…)

Müteşekkirim size, siz bu günlerde bizi kabul ettiniz ya…

Şimdi bu yine bana geleyim, hep ezikliğin içinde biz gelmişiz, bu millet hep ezikliğin içinden gelmiş, şimdi bak buyur, o Aleviliği anlatırsan ben karşı çıkarım. Namazımız kılınmış, orucumuz tutulmuş… Bunu da böyle söylüyor, bu tür kişileri çıkarmayacaksın kardeşim (televizyona).

Onun için, biz eziklikle geldiğimiz için, “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım” şimdi o kadar çok dert var ki, Pir Sultan yedi yüz yıl evvel söylemiş, bugünün derdi o günden daha çok, söz eski, ama çok taze. Ben orada kendimi buluyorum. Kendimi bulduğum için onu söylüyorum, o şiir o kadar güzel. Mesela Nazım Hikmet. Nazım Hikmet’ten sonra çok ünlü yazarlar geldiler. Adamlar Nazım Hikmet’i biraz tanıyor, şu anda aklıma gelmeyen, o kuşaktaki bazıları var, onlardan birkaç tanesini tanıyor. İster ondan, ister bundan olsun adamların daha kitabı çıkmadan korsanı çıkıyor. Kardeşim, bu adamlar bir şeyler söylemişler, bunları da okuyun. Biz de okuma yok, gazetede okuma yok, kitap okuma yok. Nasıl gelmişse, ne gelirse o, öyle yaşıyor. Onun için ben, o şairleri, zaten radyolarda yasak, kendi söylediğin şarkılar olmuyor. İlla ki Yunus’tan, Divani’den, Kul Himmet, “derdim çoktur” deyince, tamam ben bunları yaşıyorum. Pir Sultan sanki bana yazmış bunları. “gurbet elde bir hal geldi başıma” diyor. Neler geldi benim başıma, ben orada kendimi buluyorum, söylüyorum ve ben Pir Sultan’ı yaşatacağım, sen Ali Ekber Çiçek’i yaşatacaksın ve Ali Ekber Çiçek’ten sonra gelen kuşak Nida Tüfekçi’yi yaşatacak. Bu iş böyle, bu iş usta çırak işi, bu iş böyle gelip, gençliğe gerçekler teslim edilecek.

Yarı yollarda bırakıldınız mı, yarı yollarda kaldınız mı? Beklemediğiniz şeyler yaşadınız mı?

Yok yaşamıyorum, ben bu halktan hep saygı gördüm. Neden saygı gördüm? Ben oniki yaşında çocuğum diye sevdiler, oniki yaşından sonra sanatçıyım, diye sevdiler. Ondan sonra oturup, kalkmamı sevdiler. Bir mecliste, arkadaşlarımız toplandığı zaman, Ali Baba burada olmalıydı, derler.

Hiçbir zaman, ben hiç kimseden bir saygısızlık görmedim. Yalnız beni vurmaya kalktılar. Dedikodular çıkardılar hakkımda, bir takım olaylar yaptılar. Ama eştikleri kuyuya kendileri düştüler. Hep saygı gördüm, saygı gösterdim, hiçbir yerde yolda kalmadım.

Her yerde bana sevgi ve saygıda kusur göstermediler. (Ben halkımdan çok memnunum).
Sizin bir Hasan Dede var. (Hasan Bal, Cem Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi, İşadamı) o beni davet etti köyüne. Hacı Bektaş’tan çıktım, Hasan Dede kendi köyünde cemevi yapıyormuş. Sırayla üç köy var, üç köy geçeceğiz ki, o köye gidelim. Tokat’a geldik, uçakla Ankara’ya geldim, Ankara’dan uçakla Sivas’a geldim. Oradan, işte çileleri çekerek, Tokat’a geldim. Tokat’tan telefon ettim, cipini yolladı aldı beni. Şimdi üç köy gidiyoruz, bu arada tabii reklamları hep Cem Radyo’da yapılıyor, bizi anons ediyorlar. Tam köye girdim, köy böyle yolun üstünde, araba durdu, hemen kurban kestiler. İkinci köye girdik, yine köy yolun üstünde kurban kestiler. Üçüncü köye artık karanlık bastık, haber gönderdik, gelemiyoruz, diye. Orada seksen altı yaşında bir dede, o köyde hemen hemen hep dedeymiş, bu Ali Ekber Çiçek buraya nasıl geldi?, diyor. Ben rençper çocuğum, ben halk çocuğuyum. Radyodan (TRT) izin alamıyoruz, biz öyle radyoya kapandık, kaldık. Seksen altı yaşındaki dede, sakallı, ver elini öpeceğim, dedi. Ya dede, el öpme devri geçti, diyorum. Gel yanak yanağa öpüşelim, diyorum. Oradan halk bağırdı, hocam müsaade et, müsaade et, o ne derse o dediğini yapar, dediler. Şimdi ben kalktım, onun elimi öptü. Yani şimdi bu (dede), Ali Ekber Çiçek’in yaptığı vazifeyi öpüyor. Başka bir şey yok, ama benden çok büyük, onun için, bu işte çocukluğum öyleydi, sonra da böyle oldu. Hep böyleydi, ben saygı gördüm, saygı besledim. Hiç şımarmadım, hiç benliğimi koymadım ortaya. Ben eziklikten geldim, ezile ezile geldim, hiçbir zaman “benim” kelimesini kullanmadım.

Mesela, yine bir dönem Aşık İhsani saçıyla, sakalıyla, bıyığıyla, tespihiyle sahnelerde marşlar söyledi, vs. O da belki kendi umduğunu bulamadı, şimdi Diyarbakır’da. Şah Hüseyin’’e yapılanlara şiirler yazıyor, sazını o yönde çalıyor, artık o tarafa doğru yönelmiş biraz. Diğer aşıklar var, sanatçılar var? Peki sevdiğiniz aşık ya da ozan tarzında yazıp, söyleyen, ya da sanatçılardan böyle bize bahsedeceğiniz, kimler var? Demin sanat yaşamınızdan, radyo yaşamından bahsettiniz, oradaki yakın çevrenizden bahsettiniz, onun dışında, radyo dışında olabilir, kimleri takdir ediyorsunuz, kimleri seviyorsunuz?

Vallahi ben sazla siyaset yapanları sevemedim ve Alevi felsefesini kullananları sevemedim. Yezit diyen, cebini doldurmaya çalışanları sevmedim. Bir Aşık Beyhani vardı. “yolumuz gurbete düştü”… Sıvacıydı, güzel inşaat sıvacısı. Zaten bugün, o yörenin insanları ekip olarak eğri duvarı düzeltirler sıvayla.

Erzincanlı kendisi de?

Evet, Tercanlı. O Tercan grubunu inşaatlarından tanıyorum. Tercanlı usta geldiği zaman, mesela bu duvar eğri, bunu sıvı ile düzeltirlerdi, namlılardı onlar, isim yapmışlardı. Nida Tüfekçi de radyo müdürümüzdü. Dedim ki, Aşık Beyhani’ye bir bant yapalım, arşivimizde kalsın (iyi bir) doküman olur, saz çalar, sıvacıydı, olsun dedim, arşivimizde kalsın, bunun çok güzel şiirleri var, Yunus misali bir insan. Onu çok sevdim, sevmediğim kalmadı da, onu çok sevdim.

Devran Baba var, hiç yalan konuşmaz, onu çok sevdim.
Bu aşıklardan da ben radyoya hep götürürüm, onlarda kim gelirse radyoya Ali Ekber Çiçek’i görür, Ali Ekber Çiçek’i de gördü mü, Ali Ekber Çiçek, onlarla da ilgilenmezse, gittik de bizimle ilgilenmedi, derler. Ben Nida Tüfekçi’nin çok başını ağrıttım, anam geliyor, ilk göreceği kişi benim. Ben onunla ilgilenmezsem, ben ona saygı göstermezsem, gittik ama hiç ilgilenmedi bizimle dememesi için, dinliyorum bakıyorum radyo da, bir bant yapmaya çalışıyorum, (arşivlerde olsun diye). O zaman bakıyorum diyelim ki Sivas’tan gelmiş, onlarla haşır neşir olmak lazım. Çok kişilere hizmet ettim. Bundan sonra onlar gittiler, yaprağı değiştiler, aleyhime konuştular, radyoda beni onu okutmuşum, onun parasını da ben almışım. Hiç alakası yok, öyle bir şansım yok. Çünkü onu da şöyle, o misafir sanatçılar, gelip okudum mu ondört bin lira veriyorlar onlara. Onları da duymuşlar, güya ben okutmuşum radyoda, ondört bin lirayı da ben almışım. Bunu bana vermezler bir, ben ona tenezzül etmem iki, ama söylüyor… Bir şoför örneği ağzı olan konuşuyor, konuşuyor.
Geliyor aşık, ben ona ya şişmanlamışım, ya zayıflamışım, ona göre ya bir ayın içinde üç defa gitmişim, o elbiseyi ona giydiririm. Takım elbisemle, kravatımla beraber, paltom da ısmarlama benim, paltomu da ben ona vermişim. Gidiyor, telefonda başka bir şey konuşuyor bizimle. Yani buna benzer şeyler, ben niye arayım, ben nelerle karşılaşıyorum, anlayamıyorum ki!

Bir Aşık Ali Metin’imiz vardı.

Evet vardı, o benim çok candan bir dostum, seksen küsur yaşına geldi o.

Maalesef Hakk’a yürüdü.

Evet, Hakk’a yürüdü, çok üzüldüm. O Kerbela’ya gitti, çok güzel kitapları var, Kerbela’yı yazmıştır. O Ak Meleğim Göç Etti, diye bir şiir yazmış, 1963-65 yıllarında. Dedi ki Ali Baba, benim bir parça var, taş plak var, o zaman yaptım, bu tam senlik. Biz de onu Yücel Paşmakçı’yla çalmışız ve üç dört ay sonra yine karşılaştık. Beni gördü diyor ki, Ali Baba, bir tane plağım bile satılmıyor dedi. Hep senin plağın satılıyor. Dedim sen bana verdin, ben ne yapayım, dedim. Bir tane plağım satılmıyor, hep senin plağın satılıyor. Çok güzeldi, düştü o biliyor musun, Yücel Paşmakçı ile coştuk böyle, çok güzeldi.

Çok değerli bir zatı muhteremdi. Ona her gittiğimde hürmet ederim, Almanya’da söylerim. Ali Metin, gerçek bir insan, ilim irfan sahibi bir insan. Ağzından çıkanı kulağı duyan bir insan. Hatta on iki hizmeti Türkiye’de, Ali Metin’den başka kimse (güzel) yapamaz. Onun yeri ayrıdır, tam benim çocukluğumda geldiğim cemleri de o yapabilirdi. Böyle Konya Oyunu gibi, Erzurum Barı gibi, semahı böyle, ellerini böyle zorluyorlar, o öyle yapmazdı (o yozlaşmalara karşıydı) Aşık Ali Metin Dede cemde yetişmiş. Biri hanım, iki kişi, böyle masa gibi bir yerde, parmaklarının ucuyla böyle coşup kalkıyor. Onun böyle eğitimi falan yok, coşuyor yürekten, Hakk’la Hakk oluyor. Semahı böyle yapılır, ama şimdi semahı Erzurumlular gibi, çalışmıyorlar, sivri zekalı bir hoca şöyle yapıyor, böyle yapıyor, semahı öyle yapıyorlar.

Ben şimdi bakıyorum, Elazığ, Erzincan, Malatya, Sivas cemlerine sanki o eski cemler değil. Herkes kendi kafasına göre, bir şekilde istediği gibi yapıyor. Adam nasıl yapıyorsa, artık bilemiyorum, yapmacık şeyler yapıyorlar, Hakk’la Hakk olması lazım insanın cemde. Oniki hizmet yapılır, ondan sonra semah yapılır. Bizde fidaydayı çalıyorlar, (televizyonlardaki kliplerde, çeşitli görüntülerde) at orada ortada koşuyor, önünde semah yapıyorlar. Atla semahın ne alakası var?, ben atı çok severim, at gücenmesin. Ne alakası var şimdi bir tarafta ağıt söylüyor bir tarafta semah yapıyorlar, türkü söylüyor, semah yapıyorlar. Kırklar semahı vardır, Ege Semahı vardır. Türkülerle semah yapıyorlar. Semah, semahı çalınan melodiyle semah yapılır. Türküyle semah yapıyorlar. (Bu olmaz)

Son olarak genç sanatçılardan sevdiğiniz insanlar var mı ya da insanlara ne dersiniz, bu yola, girmek isteyen var, gerçekten yüreği temiz olan gençler olabiliyor.

Var, bunları çok iyi biliyorum… Gençler hazıra konuyorlar, biraz hazırcılar. Kendileri, bizim zamanımızda konservatuar yoktu, biz kendi gücümüzle, özverimizle bir şeyler yaptık. Bizim zamanımızda Aşık Veysel vardı, Gaziantepli Hasan Hüseyin vardı, Bayram Aracı vardı. Hepsini saysam yedi kişi vardı, Ali İzzet vardı, hepsini saysam yedi kişiden başka yoktu. Şems Sami vardı. Şemsi Yassıman, saz çalıyor, diye babası onu reddetti, İstanbul’a geldi. Ben onun evinde de kaldım, hanımı Bektaşi hanımıdır, çocuğudur. Veysel’le tanıştık, o zaman tanıştık, Veysel İstanbul’a geldi mi, hemen beni bulur, bensiz masaya oturmazdı. Şemsi (Yastıman) Ağabey Yorgansız Hakkı Baba, Neyzen Tevfik vardı.

Erzurumlu Aşık Garip Bektaş vardı. Hiç evlenmemiş hayatta, parklarda çalışıyordu.

Beşiktaş’taki bir bahçede (parkta) orada çalışıyor. Tanıdım onu, o çok muhterem bir insan, bilmiyorum şimdi, beş altı senedir görmüyorum. Radyoya da gelirdi o ve çok önemli bir adamdı. (26 Mayıs 2008’de Hakk’a yürüdü).
Benim tandığım çok sevidiğim böyle altı yedi kişi vardı. Gençlik çok güzel. Konser yapanlar, tam bizim izimizden, bizim yolumuzdan bilinçli olarak gidiyorlar. Tabii bizim yaşantımızın, Ege Üniversitesi’ne gidiyorum, Hollanda Üniversitelerine, sazı çok güzel çalıyorlar, parmakları görünmüyor fakat ruh yok, çalıyorlar öyle, sanki bir robot, o sazla bütünleşmek lazım. O sazı bir sevgili gibi okşamak lazım, o sazla muhabbet edeceksin. Sazla sen yekvücut olacak ki, karşındaki halk ta senle yekvücut olsun. Burada bir mürşidi kamile talip olmayan kişi, boş gelmiş boş giden adam olur. Sevgiyi bilmez, övgüyü de bilmez. Yer içer, bir yeri vardır, oradan başka bir yere gitmez. Hiç merak etmez ki, ben buraya niye geldim.
İnsan niye merak etmiyor, insan buraya niye geldi? Ben eğer yetmiş yaşında, yetmiş beş yaşında, hiç bir şey bırakmadan gidersem yazık olur. Canım birisine sıkıldı da bir gün telefonda, Ali Ekber Çiçek ölse de yetmiş yıl yaşayacak, kalsa da yaşayacak, dedim.
Ben böyle istiyorum sanatçılardan, benden sonra benim ezgilerimi birileri ya Ali Ekber Çiçek tezenesi, gibi çalsınlar ezgilerimi; eğer çalamıyorsa, çalışsınlar, onlar da bir şeyler bıraksınlar gençliğe.

Mürşidi kamile ulaşmak için, insani kamil olabilmek için, mürşit olabilmek için, tabii kolay değil bunlar, yollar aşılmalı, engellerden geçilmeli…

Ve öz bilinmeli, kimse sana anlatmıyorsa, anlatanı bulmalsın. Bir Emin Tabak isminde bir tasavvufcu dostumuz vardı. Yedi sene onun sohbetini dinledim. O kainatı bir zeytinin içine koyup anlatan bir mürşit, felsefeci. Zeytinin kainattan büyük olduğunu ispat ediyor. Şimdi bu, sevmiyorum bu sözü söylemeyi, üniversite öğrencileri diyorlarmış ki bu Ali Ekber Çiçek’ten biz feyiz alıyoruz, Ali Ekber Çiçek bizim pirimiz. Fakat bu pir Malatyalı yabancı insanlarla sohbet ediyor. Kaç kişi var, böyle iki kişi genç, bizim masaya bakıyor. Tabii ki o mürşidi kamil, onların ağız hareketlerinden, oturmalarından, kalkmalarından, garsona dedi ki; şu iki beyefendiyi bize çağırır mısın? Gel de otur, o zaman da böyle otobüsler taranıyordu. Otobüs duruyordu, bir sohbet açılıyor, hatırladığım kadarıyla. Dedi ki, yetmiş beş kuruşluk kurşunla otobüsü taramadı, eğer bir insanın onun etinden et mi verdin, tırnağından tırnak mı verdin, kaşından kaş mı verdin? Neyi buluyorsun peki, bulduğun nedir? Kin. Bu kini aradan kaldırdığında ne kalıyor, dostluk kalıyor, güzellik kalıyor. Vurduğu kişi kendine artık. İnsan bir kişiyi vurduğu zaman, eğer derdini söylemezse, bir insanın, dese ki, ben birini vuracağım. Bunu yapan kişi kim, filan, peki bu kişi ne yaptı sana, sen niye onu vuruyorsun? Böyle bir sohbet çıktı, bir buçuk saati geçti, çocuklar tabancayı koydular masaya. Biz seni vurmak için aylardır buraya gidip geliyoruz. Bizim irşat olduğumuz, bizim pirimiz Ali Ekber Çiçek. Seni biz yabancı kabul ediyorduk, Ali Ekber Çiçek niye gidiyor, onun sohbetini dinliyor. Yol sürenindir dedim, yol sürenindir. Bizim Ali Metin’in dediği gibi, Ali Metin bir şiir yazmış dedi ki, bak Ali Baba dedi, ben bir şiir yazdım, “…yezidi” diye. Dedim yok, ben yezitten, mezitten anlamam dedim, hiç taşıma buralara kadar. Bizim yol yezidimiz hiçbir şeye benzemez, söz doğru, ama ben bugüne kadar, “derdim çoktur”, “gurbet elde bir hal geldi başıma”, “gönül gel seninle muhabbet edelim” diyen, Bizim yol yezidimiz, der mi Ali Ekber Çiçek. Olur mu yakışır mı, onun için dedim ki deme. Ben onları okumam, böyle şeyleri okumam. Sonra da bunu bu halka yansıtmam ve o kelimeyi hiç kullanmadım, ömrüm boyunca kullanmadım, almadım. Onun için kullanan kişi, kendi, mesela ben adama diyorum ki, şu sokak çıkmaz. Dış görünüşüyle gideceksin, geleceksin. Bak ben sana anlatayım, inanmıyor, gidiyor….geri dönüyor. Hem benzin yakıyor, hem orada bir sürü zahmet olur, sonra geri geleceksin. Boynu ağrıyacak bir süre, sonra ben boynu hissetmiyorum. Ben sana…… işte söz, bir mürşidi kamile talip olmayan kişi, boş geldiniz, boş gidersiniz, onun için.

Siz dolu geldiniz, dolu gidiyorsunuz, bizi doldurdunuz ihya ettiniz.

Onun için çocukken ben çocuğum, diye sevdiler. Büyüdükten sonra sanatçıyım, diye sevdiler. Hiçbir günde hem sanatçı arkadaşlarımdan, hem de halktan, hiçbir şey, yanlış bir şey görmedim.

Çok da seviniyoruz bu arada, siz mutlusunuz, bütün girdaplarına rağmen hayatın, zorluklarına rağmen, sanatınızı icraa ettiniz. Ödülleriniz, plaketleriniz bir tarafa, onlar artık, önemli değil. Halkın gönlünde büyük bir ödül aldınız, ölümsüzleştiniz, ama yine de acaba yine de beni şunu da yapsaydım dediğiniz oldu mu? Aklınızda olan bir proje, ya da şöyle olsaydı daha iyi olurdu dediğiniz bir şey var mı?

Olmadı, ben diyorum ki mürşidi kamillerden, dedelerden gördüğümü elli sekiz yıldır buraya getirdim. Benden sonrakilerde bunun devamını yapsınlar, diye düşünüyorum. Bizim şu, Cem Televizyonu’nu çok merak ediyorum ve bakarken de kundaktaki bir çocuk gibi titriyorum. Şimdi bile diyorum, acaba çok güzel yayınlar yapıp da sazla, semahla bir, taa bin dört yüz yıl evvelden, biz nereden gelmişiz, biz ne yapmışız, bizi nasıl tatmin etmişler, bize nasıl iftiralar atmışlar… Bunları bilim adamları bulunup bunu gerçek kulaktan almak şartıyla oraya nakşedip, ondan sonra da hangi sanatçı çıkarsa çıksın, sanatçılar da eskimemek şartıyla, radyo programı gibi, bir parça o gün okunduysa, o üç ay sonra okumalı. Bu sanatçı bugün çıktıysa, beş ay sonra tekrar çıkması lazım. Her gün, her gün, yine mi bu dediği zaman o televizyon biter. Çünkü, inan böyle.

Kanal değiştirmeyecek insan sık sık…

Evet, kanal değiştirmeyecek, bize yapılan çilelerin, bizim ceket iliklemelerimizi, oraya nakşedecek. Karşı taraftaki kişilerde diyecek ki; “ya biz bunlara neler yapmışız ya.” Hep yanlış yaptığımız işler. Bunlar demek ki bu kadar gerçek insanlar. Bunu buraya nakşettirmek için bilim adamlarının konuşması lazım. Sakalı bırakıp da, bizim namazımız kılındı, orucumuz tutuldu dememiz, kelimesine son vermesi lazım. Ne demek bu, olmaz böyle şey.

Evet, çok güzel açıkladınız, zevk aldık. Oldukça yararlandık, çok teşekkür ediyoruz, dilinize sağlık. Türkülerin büyük sesi, usta yorumcusu Ali Ekber Çiçek ustamızla, üstadımızla sohbet ettik. Bizi bambaşka ufuklara götürdü, yaşamın derinliklerine götürdü, ülkemizin gerçeklerine götürdü, Alevi Bektaşi İslam inancının enginliklerine götürdü. Ozanlara, sanatçılara götürdü, değişmeyecek değerlerimize götürdü. Güzel öğütler verdi, Altınoluk’ta, kendi evinde bizi ağırladı. Bu güzel anayla, eşiyle birlikte kendilerine çok çok teşekkür ediyoruz. Sizden çok bahsedildi, dergiler, televizyonlar, radyolarda bahsedildi, ama tabii bir albüm, albüm derken, bu bir müzik albümü değil de, basılı bir şey, fotoğraflarınızla, yaşamınızla, sizle ilgili sözlerin yer aldığı bir albüm, olmuş olsa, bu resim tamamlanırdı herhalde. Hiç de fena olmaz. Umarım o da,, gecikmiş olmakla birlikte umarım tamamlanır, yapılır. Bu kurumların bir görevi.

Ona karışmam.

Ona karışmanız zaten mümkün değil, onu düşünmek lazım, düşünülmesi lazım.

Genel müdürlükte de, bir kitap yazılıyor, benim ezgilerimle. Oturmuş olduğum dedelerim, sohbetlerle beraber. Mesela o zaman Bayram Aracı vardı, Ahmet Gazi Ayhan, Aşık Veysel. Bayram Aracı da hep Ankara parçaları çalardı mesela. Biz bazen onun melodisini çaldığımız zaman Sarısözen kızardı. Eyüp de bana bakardı, Hıdır İsmail Dede “çal oğlum çal…..yezidi olmaz”, yani türkü çalınmazdı, onun yanlarında, türkü melodisi çalınmazdı, hep deyiş. Aslında, deyişi de al bu sazı iki ayar söyle derlerdi. O zaman maya diyorlardı, bir maya oku. Deyişler, sonra radyoda yirmi sene sonra değiştirdi. Ayet söylenirdi, ilk çocukluğumda. Hele al da, iki ayet söyle, derlerdi. Deyiş demezlerdi, ayet (derlerdi). Neydi adı, mevlitlerde ne okunuyor, ya, bizim dediklerimiz okunuyor, başka bir şey okunmuyor ki.

Siz cemlere dahil oldunuz mu, cemlerde çalıp söylediniz mi?

Evet, ben dokuz yaşımdan beri cemlerde, dedelerin yanında, çift döşeğin yanında otururdum, saz çalardım. Tabii dedeler de (saz) vardı çalıyordu, ben de çalıyordum. Onun için cemlerde musahipler görülür, Kerbela söylenir, on iki hizmet biter, ondan sonra da semah çalınır. Semahta, Mehmet, Hasan diye değil, semah çalınır, bilenler kalkar semahlar dönülür. Köylerde en büyük ev bulunur, bunun kadar. Masa kadar bir yerde üç kişi semah ediyorlar, ama içinden coşmuş semah ediyorlar, ders falan almış değil, buradan ne geliyorsa, öyle semah ediyor. Hasan Dede’yi biliyorsun,…

Hasan Sağbilge Dede, kulağı çınlasın…

İşte semah böyle yapılır. Coşup kalkacak semah, eğitimli değil, bizim yolumuz gönül yolu. Gönülden gelmeyen bu işler yapılmaz. Buradan ne geliyorsa, bu el yapar onu. Sen yeter ki beyinden gönüle, gönülden ele getir bu işi. Başka da ne diyeyim.

Daha ne diyelim, sözler, sazlar, deyişler, nefesler, türküler, daha ne denebilir ki bunlar zaten hazine…

İnşallah bizim yıllarca çektiğimiz çile, bu Cem Televizyonu’nunda ilim adamlarıyla dile gelir… Bu güne kadar bu gelenek nasıl getirilmiş, bu felsefeyi buraya nasıl taşımışlar, bu inanç nasıl yaşamız bunlar anlatılır. Bu insanların nasıl sazları kırılmış, nasıl bıyıkları kesilmiş, nasıl kovulmuşlar, nasıl sakalları kesilmiş? Bunlar anlatılmal. Ama o felsefeyi, bu güzel insanlar fıkralarıyla, üç telli curayla buraya kadar getirmişler. Ondan sonra radyolar kurulmuş, radyolarda deyişler, ayetler deyiş olmuş, türkü olmuş. O zaman türkü diyorlardı, sonradan deyiş oldu, çok şükür. Bunlar anlatılmalı. Bu da tabii yine biraz benim çabamla olan bir şey. Velhasıl kelam, artık Aleviyim, diyoruz; Bektaşiyim, diyoruz; Kızılbaşız, diyoruz, her şeyi diyoruz. Ben diyorum ki, insanız dersek daha iyi. Çünkü bir insan insan olmazsa hiçbir şey olmaz. Öyle değil mi?

Eyvallah, niyazlarınız, dilinize sağlık…

Efendim, siz küçükken cemlere girdiğinizi söylediniz. Şimdi Pülümür yakınlarında Erzincan’a bağlı, Avcılar Kiştim köyüne gidiyormuşsunuz sanırım?

Kiştim Köyü evet, benim köylülerimin köyü, Deli Tacim’in köyü.

Tacim, Deli Tacim denilen Tacim Demir’in köyü?

Evet, zaten en çok oraya ceme gidiyordum, ocak yanıyor, şömine, oralarda şömine, diyorlar. Hani şu masadan geliş ateş, baba diyorlar, o tarığı (tarik- Alevi cemlerinde hizmet için kullanılan çubuk şeklinde (kutsallaştırılan) bir odun parçası. Aynı zamanda yine özellikle Doğu Anadolu Aleviler’nde tümüyle kutsallık atfedilen (aynı) cennetteki Tuba Ağacı’nın dalından olduğuna inalılan çubuk A. A.) babadan başka kimse kullanmaz, dededen toruna böyle gelmiş. Tarık şu uzunlukta (eliyle gösteriyor) vernik yapmışsın gibi, dudakları da var böyle. Dedenin yanında oturuyorum. Ateş benim yanımda, o baba tarığı, şöyle tutuyor, şu şekilde. O ateşi çiğniyor böyle, ateşi çiğnedikten sonra, bak eller böyle bu şekilde, böyle ocaktan yukarıya çıkıyor. Ocak geniş, ocaktan dışarıya çıkıyor, hiçbir yere tutarak değil. Ben yanında böyle bakıyorum, oradan çıkıyorum, aradan bir on beş dakika falan geçiyor, bir, ziyaret ağacı var, o ağaç böyle yerlerden dallar eğiliyor, Hacı Bektaş’taki dutun şeklinde de dallar yerlerde böyle. On beş, yirmi dakika sonra, kapıdan içeriye geliyorum, millet Allah Allah ediyor, böyle ayağa kalkıyorlar. Geliyor, tarığı öpüyor, dedenin eline veriyor. Musahipler yüzü koyun yatıyorlar, musahipleri dede görüyor. İlla Ali, İlla Seyidine, İlla Billa… yapıyor. Sonra ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali sırtlarına vuruyor. Ondan sonra tarığı yerine koyuyorlar, kılıfına koyuyorlar. Herkes yerine oturuyor, cem başlıyor. Oniki düvaz imamlar söyleniyor, oniki düvaz imamlardan sonra Kerbela vakası anlatılıyor, semah başlıyor. Semahta sazlar devam ediyor, bakıyorsun bir hanım çıktı, iki de erkek. İkimizin arası kadar bir yer var, masanın arası bir yer var, o üç kişi böyle Hasan Dede gibi semah ediyor.
O semah bittikten sonra, sular dağılıyor, yavaş yavaş gidiyorlar ve orada, ben rastlamadım da, kaç sefer, gözcü var kapıda, bir gözcü de daha ileride.

Kış, şubat ayı, iki metre kar var, bir öğretmen bir köyden doğru geliyor. Öğretmen geldiği an, yabancı, yabancı diyorlar. Mesela deyiş söylüyoruz, Şah Hatayi diyeceğiz ya, Pir Sultan diyeceğiz, Kul Himmet diyeceğiz, kulaktan kulağa yabancı yabancı, ta gelir bizim yanımıza, ocağın yanına, dedenin oraya. O gelince mesela biz en son hanesini söylemeyiz, en son güfteyi söylemeyiz.

Sonra Davut Sulari’den duydum, Ali’nin binbir ismi var da bir ismi de İlya. Şimdi biz İlya demeye başladık. Bir başka zaman da öyle şey olduğu zaman ve o cemde, Kiştim’deki cemde, jandarmalar gelir, öyle yapın, böyle yapın, birtakım, safsata, yalanlar uyduruyorlar ya. Jandarmalar gelip bakıyormuş, ya öyle bir şey yo, aslında. Onlar cemdeki insanlara bakıyorlarmış onların gözüne koyun kuzu meleşiyor, görünüyormuş. Bu Kiştim’de oluyor. Onun için en çok ceme ben Kişnim’e giderdim. Zaten gittiğimde orada onbeş gün kalırdım, yirmi gün kalırdım, beni Tacim zaten bırakmaz, Hüseyin Dede de ehli kamil, sohbet ediyor. En çok ceme ben Kişnim’e giderdim ve benim hala bugün hayret ettiğim şey; o baba denilen kişi, bağrına basıyor tarığı, hiçbir yere tutmadan oradan nasıl yukarı çıkıyor (uçuyor), ben bunu hiçbir zaman unutamıyorum. Biraz da çocuk olduğum için, şöminenin de yanındayım, bir yerden mi tutuyor diye, düşünüyorum. Ama hiçbir yerden tutmadan böyle bacadan çıkıyor. On beş yirmi dakika sonra geliyor ama, ter kanda kalıyor böyle. Ben bunları gözümle gördüm, tabii ki o günkü halk başka bir alemdi. (Bu anlatı tarikle ilgili söylenen en yaygın anlatıdır. Bunu görüp, yeminler eden yüzlerce insan vardı (vardır). Tarik canlanıyor, değşiik şekiller alıyor, uçuyor, bir ağacın dalına konuyor, onu getirtemiyorlar, kurbanlar kesiyorlar. Tarikin kutsallığı Alevi söylencesinde epey yer tutar. A. A.)
Hatta 1963’lerde bizim Abidin Özgünay, iki tane avukat vardı.

Muharrem Naci Orhan var…

Muharrem Naci pek gelmiyordu, orada konser verdik, ilk Hacı Bektaş gecesi yapıyoruz,

Hasan Gülşen var avukat…

Evet, o da vardı, doğru. Malatyalı elbiseciler, işadamları falan vardı. zaten yukarısı benim dershanem, Hacı Bektaş Derneği aşağıdaydı.

Neredeydi?

Beyoğlu’nda, Ağa Camii’de, Ağa Camii’nin yanında, Rumeli Han, eski bir bina…

Siz ne kadar yaptınız bu plakçılık?

Yedi sekiz sene tane benim, orada radyoya geliyorlardı her yerden. Ben adres yeri olarak orayı kullanıyorum. Zaten yukarısı dershanemdi benim. Aşağıda dükkan vardı, saz, plak, tel radyoda verirdim arkadaşlara.

Biz bu geceyi yapacağımız zaman, Avni Dilligil benim aile dostumdu, Avni Dilligil’e dedim ki; hocam dedim, biz bir Hacı Bektaş Gecesi yapacağız, yani biz hukuktan bilmeyiz. O zaman ondört milyon Alevi var, Alevi zümresini incitecek bir şey olmasın, sizin nezaretiniz altında biz bu geceyi yapabilir miyiz, dedim. O da, hayhay dedi. Avni Dilligil iki ay çalıştı, bütün bu Alevi Bektaşi kitaplarını karıştırdı, gece saat ikilere, üçlere kadar çalıştı. Biz bir gece yaptık. Kapalı Spor Sergi Sarayı’nda, dağ taş doldu, Edirne’den dört otobüs geldi. Diyarbakır’da Bismil’de bir köy var, o köyden beni hala çağırırlar, bir türlü kısmet olmadı, O köyün tümü ehlibeytmiş, Oradan geldi, bilmem, kaç araba, otobüs, zaten İstanbul döküldü oraya. Sonra gecenin etüdünü yaptılar üç gün, dört gün sonra. Avni Dilligil bana dedi ki; Ali Ekber Bey, ben altmışbeş yaşındayım, şu iki ay içerisinde insan olduğuma inandım. Estağfurullah hocam, siz tiyatroların kurucususunuz, kainat sizi tanıyor, bu sizin sayenizde oldu. Ben bu felsefeyle hiç, ilgilenmemiştim. Bana öyle dedi; bu iki ay içerisinde ben insan olduğuma inandım, bu felsefeyi hiç ben incelememiştim, dedi.

O zaman biz yollarda yürüyemiyorduk, ben diyordum ki, bu millet bir yirmi beş otuz sene sonra ne olur, yirmi beş otuz sene sonra tez canları çıktı meydana.
Yavaş yavaş gider, günü gelince değil mi?

Eyvallah gül yüzlü hocam… Var olun…

Söyleşi sonrasında hep birlikte Tahtakuşlar Köyü’ne yöneldik. Müzeyi gezdik, Etnografya Müzesi’ni. Bir resim sergisi vardı onu gezdik. Ali Beykudar, Esma Ana da bizlerle çok ilgilendiler. Onların evinde sohbet ettik.

Söyleşi: Ayhan Aydın, 5-6 Aralık 2005, Altınoluk, Ozanın Kendi Evi.

Deşifre: Serçeşme Dergisi, Engin Urcan

(AYHAN AYDIN, ALEVİ – BEKTAŞİ GELENEĞİNİ YAŞATANLAR, SAZIN VE SÖZÜN GÜCÜ, CAN YAYINLARI, 2018, Sayfa: 170-227)

Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz