Birinci Cihan Harbinde Tanıdığım Kahramanlar: Erzincanlı Oğuz Amca

0
1563

Birinci Cihan Harbinde Tanıdığım Kahramanlar:
Erzincanlı Oğuz Amca

Yazan:
Birinci Cihan Harbinde
Fırka: 3, Alay:32, Tabur: 1, Bölük:2 Kumandanı

Şükrü Fuad GÜCÜYENER

Birinci Cihan Harbinde
TANIDIĞIM KAHRAMANLAR

1. Binbaşı Şevki Bey
2. Taşköprülü Aloş
3. Bursalı Mehmet Onbaşı
4. Çerkeşli Ömer
5. Aydınlı Etem Çavuş
6. Erzincanlı Oğuz Amca
7. Galatasaraylı mülâzım Hâlet
8. Kara Salih Çavuş

“Bu kahramanlar birer broşür halinde basıldığı zaman (Eylül 1947) Askeri Mecmua ile Kahraman Ordumuza, 514 ve 633 sayılı Tebliğler Dergisi ile 2 defa okullara tamim ve tavsiye edilmiştir.”


MEMLEKET MENFAATİNE YERİNDE BİR RECA:

Birinci Cihan Harbinde ihtiyat mülâzim evveli olarak Çanakkale, Sina Çölü ve Filistin muharebe cephelerinde bir piyade bölüğüne kumanda eden Muallim Fuad Gücüyener’in müşahedeye müsteniden ve hakikatten zerre kadar ayrılmamak şartıyle yazdığı bu kitapların her biri, er, genç subay, ilk okul sınıf 4, 5 ten her yaşta okul öğrencileri ve bütün gençlerde: Vazife, Doğruluk, Mertlik, Feragat, Kahramanlık, Büyüklere saygı, Askerlik, Vatan, Millet sevgisini ve Milli şuur hislerini besleyecek, yükseltecek kıymettedir.

Bu bakımdan, büyük komutanların, yüksek rütbeli subayların, anne, baba ve bilhassa öğretmenlerin bu kitaplara karşı alâkalarını reca ederiz.

 



AÇILIŞ

ŞÜKRÜ FUAD GÜCÜYENER – Harbin son 4 üncü senesinde Adana – Halep Hat Muhafız Kumandanı iken.

Küçük, büyük, sevgili okuyucularım;

Ben hayatta gözümle görmediğim, doğruluğuna, kendimce kanaat edinemediğim bir vak’a ve mesele için yazı yazmış adam değilim. Şahsen beni tanıyanlarla yazdığım naçiz eserin ruhuna nüfuz edenler, bunun bir hakikat olduğunu iyi bilirler!..

Mübalâğayı sevmem. Yalandan da nefret ederim!..
Kim, ne isterse olsun… sonu, hiçe dayanan şu yalan dünyada: (Açık alınla dolaşmak), her şeyden üstün… ve her şeyden mukaddestir bence!..

Şu dakikada kalbimden kopup gelen bir güven içinde, affınıza dayanarak, benliğimde yaşayan bu düşünüş ve görüşü, sizlere söyledikten sonra, sıra ile kahramanlarımı yazmaya başlayacağım. Bu, bir seri olacaktır.

Şunu iyi biliniz ki, bu seride adı geçecek olan kahramanları ben, bizzat tanımak şerefine nail oldum. Onların harp sahnelerinde, muharebe meydanlarında başarmış oldukları kahramanlıkları da, gözlerimle gördüm.

Bilir misiniz?.. Birinci Cihan Harbinden bugüne kadar, aradan bu kadar yıl geçtiği halde, tanıdığım kahramanlara ait olan bu yazıları niçin yazıyorum?..

Ben söyliyeyim:

Bunda, ana yurdumun, büyük milletimin menfeatlerini ve iyi, emin istikballere ulaşıp kavuşmasını destekleyecek iki düşüncem var:

  1. – Tanıdığım kahramanları yâdederek – esasen milletimin özünde var olan – kahramanlığı beslemek!..
  2. – Mevzularım içinde, sıra geldikçe, Birinci Cihan Harbinde yapılan hataları tebarüz ettirmek suretiyle – şimdiden sonrası için olsun – memleketi idare edenlerle… ileride idare başına geçeceklere: Ders ve ibret verici, naçiz bir bir hizmette bulunmak!…

1947 – Kınalıada

Muallim:
Şükrü Fuad GÜCÜYENER



ERZİNCANLI OĞUZ AMCA

O müthiş Çanakkale muharebeleri, şanlı Türk ordusunun zaferi ile sona ererken… mensup olduğum üçüncü piyade fırkası (Tümeni), Uzunköprü’ye, oradan da İstanbul da Bakırköyü’ne geliyor…

Bir müddet Bakırköyü’nde kalarak bütün noksanlarını tamamlıyor… ve sonra, 1915 senesinin son günü olan: 31 Aralıkta, (1) trenlerle Konya‘dan geçerek Ereğli‘de toplanıyor…

Ötelerde, sivri tepeleri göklere tırmanmış görünen heybetli Toros Dağları’nı, yaya geçiyoruz…

Hem de nasıl, bilir misiniz?..
O karlı, buzlu günlerin miskin, hareketsiz insanları donduran dehşetli soğuklarına göğüs vere, vere!..

O zamanlar, tren yolu yapılmak için, muvakkaten kurulan küçük dekovil hatlarının bir merkezi olan Külek Boğazı’nı ve daha bir çok boğaz, dere ve tepeleri aşa, aşa!..
Nihayet, Tarsus’a ulaşıyoruz…

Trenler bizi, tabur tabur Tarsus’dan Adana’ya… Oradan da Bahçe’ye kadar götürüp bırakıyorlar…

Şimdi karşımıza, Toros Dağları’ndan çok küçük ve fakat yolları, keçi yolları daha dik, geçilmesi daha müşkül olan: Gavur Dağı dikiliyor…

Bu dağda biz, önceleri dikine… sonraları düzüne ve iniş aşağı, karmakarışık yerler ve yollardan saatlerce gidiyoruz… Bahçe’nin üç dört kilometre ilerisinde, bu dağı geçecek tren yolu için dik yalçın yamaçlar arasına sıkışmış, küçük bir dereyi andıran ve adına: Ayran denen yerden başlayarak açılmakta olan tünelleri arkamızda bırakarak, Islahiye’ye iniyoruz!..

Bahçe gibi, burası da bir ilçe ve istasyon merkezidir. Biri Gâvur Dağı’nın bir deresi içine… öbürü: Bir düzlüğe kurulmuştur.

*

Islâhiye deyiz
Etrafıma bakınıyorum:

Her yer, karla kaplı,.. her taraf, gözleri kamaştıran bir bayazlığa bürünmüş… gökyüzünde uçan, bir tek kuş bile görünmüyor!..

Güneş’ten bir iz, sızan bir ışık yok.. ne semada ve ne yerde!..

Bulutlar: bulanık!..
Hava: soğuk mu, soğuk!..
Önümde: Maraş ovası var. Bu ova, dümdüz, kardan bir örtü altında devam edip duruyor!…
Sağımda: Islâhiye ovası var.

Bı ovada: Haleb’e doğru, alabildiğine geniş beyazlık içinde birer leke.. hayır, siyah bir şerit gibi, kıvrıla kıvrıla uzanan.. uzaklara baktıkça, gözlere, daralıyor.. ve nihayet, siyah iplikler halini alıp kayboluyor, zannını veren çamurlu yollar görünüyor…

*

Düşününüz bir kere!..
Yeni giren 1916 senesinin ilk ayı: Ocak içindeyiz!..
Suların buz olduğu o günlerde: Toros, Gavur Dağlarını,

Kar ve sislerle güleşerek aşıp geçtikten sonra biz, şimdi de bu çamurlu yollarda yolculuk yapacağız…

*

Sakın olup da siz, değerli ve takdirkâr okuyucularım; bu yukarıdaki anlatışımı bir şikayet sanarak.. bana hak verir gibi:

“ – Hakikaten pek zor yolculuk yapmışsınız!.. Adeta ölümle pençeleşir gibi, bir şey olmuş bu!..”
Filân, demeğe kalkmayınız!…

Eğer, öyle olsaydı.. üçüncü fırkada yer almış Çanakkale gazileri, Kumkale ve Kirte kahramanları, Toros Dağları’ndan ileriye akın ederlerken:

“Duman vardır şu dağların başında”

diye başlayan bir türkünün yanık nağmeleri, tepelerden derelere akisler yaparak dalgalanmaz; çeşitli milli şarkılar, türküler ve gazeller yürüyüş kolları boyunca, dilden dile dolaşmaz; yer yer Toros Dağları’nı inletmezdi!..

Evet,
Eğer öyle olsaydı… Gavur Dağı’nı aşarken… yürüyüş kollarına yarım saat mola verilen kuytu kayalıklarda, kendi bölüğümün askerleri tarafından bir grup halinde söylenen şu:

“Akkoyun meler gelir,
Dağları deler gelir;
Yare vefa besleyen;
Geceyi böler gelir!..”

gibi içli, samimi bir aşk türküsünü, onlar için söylemek… benim için de duymak ve dinlemek mümkün olmazdı…

Böyle misalleri, daha sıralayabilirim. Fakat, ne lüzum var?..

Netice olarak şunu demek isterim ki:
Bilhassa her şeyin üstünde tuttuğumuz Vatan müdafaası yolunda bir araya gelmiş insanların böyle nizamlı toplulukları, – şartlar ne olursa olsun; zor ve kolay, sıcak veya soğuk – hayat ve neşe yaratıyor!..

Bu hayat ve neşe içinde insan, kışın soğukların… dağların ve çamurlu yolların müşküllerini gülerek karşılıyor…

Ve sonra,
Düşmanla muharebeye tutuştuğu anlarda – inanınız!- ölümü bile yeniyor!..

Bian şart:
Vesveseyi bırakmalı, her şeyi iyi tarafından görmeli ve olduğu gibi kabul etmeli, bir de: Cesur olmalı!..

*

Bu satırları yazarken aklıma gelen ve söylenmesi lâzım olan bazı mühim düşüncelerimi de kaydetmek isterim.

Meselâ:
Düpedüz, basit, her şeyin aynı şekilde devam ve tekrarından ibaret, hadisesiz, heyecansız, mücadelesiz ve idealsiz geçmiş, bomboş bir mazi olmuş, temiz işsiz ve esersiz bir hayat, neye yarar ki…

Böyle miskin bir hayat geçirenin çocukları ve torunları tarafından öğünülecek nesi olur ki…

Bence:
Bir askerin manevi kıymeti, parasını meşru kazanan bir milyonerin maddi kıymetinden çok üstündür!..

Her zaman için bir asker: Feregat denen ululuğun canlı timsalidir!..

Bir milyoner ise, çok kere hırs’ın misalidir!..

Asıl insanlık, binefsihi yaşamakta değil, yaşatmaktadır!..

Kendilerini yaşatacak askerleri ve ordusu olmayan milletlerin, ne esaslı bir yurtları, ne vatanları ve ne de tarihleri olur…

*

Günlerce,
Islahiye, Halep arasındaki karlı ovanın çamurlu yollarında yürüyoruz… ve sonra Halep’den bir evvelki istasyon merkezi olan: Müslimiyye de duruyoruz…
Burada, ordugâhlar kuruluyor…

Burada, meskenleri çadır olan ve nüfus sayısı on binden fazla kahramanı bulan bir kasaba meydana geliyor…

*

Aradan üç gün geçiyor.
Dördüncü günü, sevkiyat başlıyor. Taburlar, gün aşırı ve sıra ile tren binip gidiyorlar..

Nereye gidiyorlar?…
Kafkas cephesi’ne ayrılan yolları çoktan geçtik. Önümüzde üç cephe daha var. Acaba bu üç cepheden hangisine gidecek fırkamız?..

Bağdat cephesine mi?..
Hicaz cephesine mi?..
Yoksa, Sina çölü’ne yani Kanal cephesine mi?..
Bu suallere cevap veren olmuyor…

Gideceğimiz cephenin hangisi olduğunu tabur kumandanları değil, alay kumandanları bile bilmiyor…

Ne çare ki,
İnsanların tabiatinde; bilinmeyen, bilhassa, gizli tutulan şeylere karşı, yenilmez, ezeli, bir öğrenme arzusu yaşıyor… Hele o gizli tutulan şeyler, kendilerini ilgilendirirse, bu arzu, bir merak halini alıyor…

Taburlar, Müslimiyye’den trenlere binip giderlerken… orada kalıp da sıra bekleyenler, hergün mü hergün:
“- Nereye gideceğiz acaba?..”
Sualini, birbirine soruyorlar…

*

Bizim taburun birinci bölüğünde takım kumandanı olan Yusuf Ziya adında bir arkadaşımız var. İnsan, onu görünce, gayri ihtiyari gülmekten kendini alamaz.

Bakışları, tavır ve hareketleri, konuşuşları fevkalâde hoş bir arkadaş bu!.. Adamakıllı gözü peklerden ve de: Atılgan…

Bir gün, iaşe işleri için, bir taburla beraber giden bizim tabur kâtibini istasyonda uğurladıktan sonra, çadırlara dönerken… nereye gideceğimiz hakkında tahminlerde bulunuyoruz.

Yusuf Ziya:
“- Adam siz de, diye söze karışıyor. Günlerden beri şu merak ettiğiniz şeyi, bilse bilse yeni kumandanımız Refet Bey bilir. (2) Düşünceme göre, o söylemek istese, ben öğrenmek arzusunu göstermezdim.

Bu söze karşı, her ağızdan çıkan:
“- Niçin, niçin, niçin?..”

Sualinin yağmuru altında, o gülerek, bize şu cevabı veriyor:
“- Bana göre mâlum ise, insan dimağında uzun müddet hayal ufukları yaratır. Ruha zevk ve heyecan verir. Asıl yaşamak, budur iste!…”

*

Bir gün,
Müslimiyye istasyonundan trene binmek, giden taburların yollarını takip etmek sırası, bizim tabura geliyor.

Gece, gündüz yoluna devam eden tren içindeyiz. Halep’i, Hama’yı, Humus’u geçiyoruz.

Bağdat cephesine gitmeyeceğimiz anlaşılıyor.

Riyak da trenden iniyoruz. Burada, iki küçük istasyon binası göze çarpıyor. Aralarındaki mesafe, beş yüz metre ya var, ya yok…

Birinci, bizim indiğimiz istasyona kadar trenler geniş hat üzerinden geliyorlar… ikinci istasyondan itibaren Şam’a doğru yol alacak trenler, dar hat üzerinden gidiyorlar…

Şunu da söyleyeyim ki, ana hat üzerinde Riyak’dan Beyrut’a, Humus’tan Trablusşam’a ayrılan iki şube hattı daha var.

Şu ifadem şimdi, mazide kalan acı hatıramın yâdine vesile oluyor.

Şöyle ki:
Anavatan Anadolu’da Konya’nın Bozantı’sını, Adana’nın Islahiye’si ile birleştirmek için, tren yolları yeni yapılır, tüneller henüz açılırken… Şam’ı Beyrut’a ve Trablusşam’a bağlayan, ana hattan ayrı bu şube hatlarını gördüğüm zaman, çok müteessir olmuştum.

– Ey Anadolu, ey anavatan; bütün fedâkarlığına rağmen, hor bırakılan, ihmal edilen yalnız sen olmuşsun!..”
Demekten, doğrusu ya, kendimi alamamıştım.

*

Su kaynağı yemyeşil Şam’ın iki istasyonundan biri olan: Meydan da üç saat kadar kalıyoruz. Menzil kumandanlığının hazırlattığı, yağı ve tadı yerinde pilav ile irmik helvasını yiyoruz…

Gideceğimiz cephenin Sina Çölü olduğunu da burada öğrenip tekrar trene binerek yolumuza devam ediyoruz.

*

Şam’dan ötelerde, hangi istasyonda trenden indiğimizi maalesef hatırlayamıyorum. Şu bir hakikat ki, bir gecelik yürüyüşten sonra, nasıl oluyor bilmem, kendimi Kudüs dağlarının eteğinde Eriha’nın portakal bahçelerinden birinin içinde buluyorum…

Bu bahçede: sık, bodur ağaçların yeşil yaprakları arasında kırmızı portakallar sarkıyor.

Ne de çok!.. Bir küçük ağacın üstünde, belki yüzden fazla portakal var…

Eriha’da hava sıcak.

Yürümek şöyle dursun, gölgesiz bir yerde durulsa bile, insan buram buram terliyor…

Şu aksiliğe bakınız hele:
Geldiğimiz yerlerde geceleri, soğuktan yürünmüyordu…

Gideceğimiz yerlere gündüzleri, sıcaktan gidilmiyor!..
Birbirinin aksi bu durum karşısında – o zaman yarım yamalak bildiğim arapça ile portakal bahçesinin sahibi ihtiyar Araba şu suali soruyorum:

– Sina Çölü’nün havası, buranın havasından da sıcaktır, değil mi?

– Evet, diye cevap veriyor. O çöl, gündüzleri, insana nefes aldırmayacak kadar sıcak olur. Fakat geceleri, çok serindir. Üşürsünüz âdeta…

*

Bir gece, Kudüs uyurken.. biz  Kudüs’ten geçiyoruz.

Beytüllahim, Halilülrahman, Salt yollarından Sina çölü’nün uzak gerisine düşen Birüssebi’ye varıyoruz.

*

916 senesinin 1 Mart günü.

Fırkamız, üç  piyade alayı, bir , topçu  taburu, bir cebel, iki istihkâm, üç makineli tüfek bölüğü ki, aşağı yukarı onbin beşyüz, onbir bin kişilik bir kuvvetle Birüssebi de.. o zamanın Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Enver Dördüncü ordu, Suriye ve garbi Arabistan umum kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’larla kolordu mahiyetinde, birinci kuvvei seferiy kumandanı Alman erkanı­ harp miralayı Fonkers ve fırkamız kumandanı erkanı harp kaymakamı Refet Beyler huzurunda bir geçit resmi yapıyor…

Bu geçit resmine iki hicinsüvar bölüğü de iştirak ediyor. (3)

Ertesi gün,
Fırkanın üç alayından ikisi (31, 39), Sina çölü’nün bilmem ne taraflarına.. bizim 32 inci alay da, bu çöle bir giriş kapısı olan ve Akdeniz kıyısında bulunan Elâriş kasabasına hareket emrini alıyor…

Elârişe’e varmak için Gazze’nin solundan, Şellâle ovası’nın  sağından, Hanyunus’un içinden geçmek üzere, en az iki gece yürümek lâzım geliyor …

*

Her bölük kumandanı gibi ben de, bölüğümü hazırlamakla meşgulüm. Bu esnada, iri yarı, ablak, yağız çehreli, başındaki saçları ve dikine kıvrılmış bıyıkları kırlaşmış bir yaşlı adam, hayır, eksik söyledim, başındaki kabalaktan başlayıp bacaklarındaki dolaklara kadar muntazam giyinmiş, elli yaşını da çoktan geçmiş bir asker, dimdik karşımda duruyor.

Benim:
– Ne istiyorsun?..
Dememe vakit bırakmadan, tok sözlü bir yiğit sesle:
– «Tabur kumandanı  Ahmet  Hakkı beyden size bir emir getirdim, benim için…

Diye, cebinden çıkardığı kağıdı bana uzatıyor…
Bir ona, bir kağıda baka baka, şu satırları okuyorum:

İkinci bölük kumandanlığına

«Yaşının elliyi geçmiş olmasına rağmen, doğumundan belki on beş, belki de yirmi sene sonra nüfusa kaydedildiği anlaşılan ve bu sebeple askere alınan Erzincan’ın Kemah kazasının Oğuz köyünden Oğuz’u size gönderiyorum. O, Kirte’de 5  Temmuz süngü hücumunda yaralanmıştı. İyi olduktan sonra, sormuş, soruşturmuş, fırkanın peşi sıra buraya kadar gelmiştir. Evvelce, sizin bölükte idi. Onu, yine sizin bölüğünüze alınız!..” (4)

*

Bölük eminini çağırıyorum.
Karşımda duran Oğuz’u, ona göstererek:
– Bu, diyorum. Bizim bölüktenmiş. Eski defterlerden kaydını bul, yeni defterlere yaz ve yanına al!.. Bölüğe ekmek dağıtımında filân sana yardım etsin!..

Bu emri verdikten sonra:
– Haydi beraber gidiniz!…
Diyeceğim sırada, bakıyorum ki kır saçlı, babam yerindeki Oğuz’un gözleri yaşarmış..  neredeyse, ağlayacak sanki…

Gülerek:
– Ne o Oğuz amca; gözlerin niçin yaşardı?…
Diye, soruyorum.
– . . . . . . . . . . . . .
Cevap vermiyor. Karşımda hareketsiz durup, sadece yüzüme bakıyor…

Bir an düşündükten sonra:
– Fena mı yaptım? diyorum. Seni yaşına göre, hakkından gelebileceğin silahsız bir hizmete ayırdım. Talime çıkmaksızın… çölde bizim, uzun yollar yürüyeceğimiz ve düşmanla çarpışacağımız günlerde de, geride ağırlıkta bekçi kalırsın!..

Yine cevap vermiyor.
Fakat, şu var ki, boş yere konuşacak, vakit geçirecek zamanım değil benim… bölüğümü yürüyüşe hazırlamakla meşgul olduğum bir sırada, beni oyaladığı için, ona kızmaya başlıyorum:
– Söyle!.. suallerime cevap ver!.. sen, ne biçim askersin?..

Sözlerini, tok kelimelerle, yüzüne karşı sert sert, haykırıyorum… ve müteakiben, hiddet,  şiddet içinde, ondan bir iki kelimecik olsun cevap almak için, başımı yukarı kaldırıp gözlerimi gözlerine dikkatle diktiğim zaman, ne görüyorum, bilir misiniz?..

Biraz evvel yaşardığını gördüğüm o gözlerde bulutlanan sular.. şimdi parlak damlacıklar halinde, o yüzün çukurlarında toparlanıp çenesinden yere dökülmüyorlar mı?..

O anda,
İçimin, acı acı, ezildiğini duyuyorum.

İşte bu  acı  içinde  saniyeler  geçtikçe.. karşımda duran kır saçlı Oğuz’un fevkalade bir  insan, hatırı sayılır bir kahraman olduğunu sezinlemeye başlıyorum.

Bölük eminine, çekilip gitmesini, gözümle işaret ettikten sonra:
– Oğuz amca, diyorum. Yaşta sen, vazifede ben, bir birimizin büyüğü sayılırız. Söyle bakalım derdin ne? .. Niçin ağlıyorsun böyle?..

Bu yumuşak ve anlayışlı hitabım üzerine, o, dile geliyor:
– Hamdolsun beyim, diye cevap veriyor. Hiçbir derdim yok!.. Ağlamamın  sebebine  gelince..  çocukluğumdan beri, hayatım boyunca, iki şeyi, çok sevdim. Bunun biri, at. Öbürü: Silahtır!..

– Öyle ise, sana bir de silah vereyim.
Bu teklifim üzerine, anlıyorum ki beni darıltmak korkusu içinde yutkuna yutkuna:
–  Vereceğiniz silah, kullanılmıyacak olduktan sonra, neye yarar ki, diyor. Bölüğün bütün askerleri muharebe ederlerken.. ben geride, ağırlıkta, bekçi kalıp pinekliyecek olduktan sonra…

– O da bir iş; o da bir vazife değil mi?
– Evet, o da bir iş, o da bir vazife.. emme.. velakin…

– Neye durdun Oğuz amca?.. Emme, velâkin’in sonunu da deyiver haydi…
– Nasıl diyeyim bilmem ki…
– Bas baya, canım…
– Darılmıyacaksın emme!..
– Hayır, darılmıyacağım. Baksana, sana: amca, diye sesleniyorum.
– Sağol, söz mü?.

Gülüyorum. Kalbine kök salmış, hangi tesiri altında, böyle askerlik disiplini dışına çıkarak benden teminat almak isteyen Oğuz Amcaya:

– Peki, söz!..
Demek zorunda kalıyorum. Bunun üzerine, kalbini açıyor:

– Oğlum, diyor. Ben silâhlı asker olmak, düşmanla göğüs göğüse harbetmek isterim. Görmedin ki, bilesin. Senin gibi babayiğit üç oğlum vardı. İkisi Kafkaslarda şehid olmuş. Biri de Gelibolu hastahanesinde yaralı yatarken karşılaştım. Yarası çok ağırdı onun. O da, orada şehid düştü. Ölüsünü kendi elimle gömdüm. Sizin biraz evvel  yaptığınız gibi, hastahanede saçıma, başıma  bakanlar, beni alıkoyup ayak hizmetlerinde kullanmayı çok istediler. Kim kalır. Şehid olan oğullarımın intikamını almak bana farz olmuştu. Taburcu olup hastahaneden çıktıktan sonra araya sora, bin bir zorluk içinde fırkamın peşi sıra buraya kadar da geldim işte!..

Artık, derdimi anladıysan, anladın oğlum. Müsaade et, şimdi emir ver de silahlı olarak bir manganın neferi olayım!

Bu doğru, yürekten gelen sözler karşısında bu sefer, benim gözlerim yaşarıyor:

– Olur, diye mukabele ediyorum.

Ve sonra, onun kalbini kazanmak için:

– Bunları bilmiyordum, Oğuz amca; ben seni yaşlı olduğun için, bölük emininin yanına yamak vermek istemiştim.
Sözünü ilâve ediyorum.

*

İki aydan beri Sina çölü’nün kıyısında Elâriş kasabasındayız!..

1916, 5 Mayıs günü, alayımızın birinci, ikinci taburu, bir tek cebel topu ve bir makineli tüfek bölüğü ile arka arkaya üç gece yürüyüş yaptıktan sonra, Katya hurmalıkları altında karargâh kurmuş bir İngiliz süvari alayını, 7 Mayıs 1917 sabahında ani bir baskın yaparak – beşinci kitabımda anlattığım gibi – tamamen esir ediyoruz ve derhal geri dönüyoruz.

Katya’ya giderken geçtiğimiz ve bir gün konakladığımız bir yer olan Birül’abid hurmalıklarına ulaşıyoruz. O gün, akşamın karanlığı içinde, esirler kafilesi, atlar, erzak yüklü ganimet develeri ile birlikte iki taburumuz, Birülmezar’a oradan da Elariş’e dönmek için yola çıkıyorlar.

Ben ise, verilen emir üzerine, bölüğümle beraber, Birülâbid’de kalıyorum.

*

Dört yanım kum deryası…
Her yer, her taraf korkunç bir sessizlik ve ıssızlık içinde…

Dört saat ilerimizdeki Katya muharebesi’ni müteakip çapulculuk için meydana çıkan ve nereden geldikleri, nerede gizlendikleri malum olmayan çöl bedevilerinden de ortalıkta kimsecikler görünmüyor…

Aynı zamanda burada, ne bir cephe, ne de düşmana karşı müdafaada bulunmak için içine girilip gizlenilecek siperler var!.. Olsa da, gündüzün sıcağında, öğle üstü, üzeri açık yerlerde durmak mümkün olmaz!..

Güneşin ateşi ile cayır cayır, yanar insan!..
Düşünülecek bir nokta daha var: Eğer düşman, Katya’nın intikamını almak arzusuna kapılırsa, yalnız karşımızdan değil, yanlarımızdan dolaşarak… sağımızdan, solumuzdan gelebileceği gibi, bizi arkadan da çevirebilir!..

Bu durum karşısında çaresiz, müdafaya elverişli bir kum tepesini seçiyorum. Bu tepe de, her on beş, yirmi adım da bir, mangalara portatif çadırlarını kurdurarak, oldukça geniş bir daire teşkil ediyorum. Bu dairenin etrafını, portatif çadırlar önlerinde, kumlardan setler yaptırarak – bugün var, yarın yok – baş siperler ile çevreliyorum.

*

Ertesi gün,
Şafak sökerken… Mısır istikametinden gelen on beş tayyare, yakından uçarak bizi ilk önce bomba ve sonra makineli tüfek yağmuruna tutuyor…

Bombaların çoğu patlamıyor..
Yaralanan, ölen de olmuyor!..
Yalnız o sırada ayakta bulunan bir sıhhiye nefesi, ağız ve burnundan hafifçe yaralanıyor.. hepsi bu kadar!..

Katya muharebesinde alınan İngiliz atlarının en güzeli bende!.. Esir edilen İngiliz süvari alayı kumandanı miralayın atı bu!.. (5) Bu atı, düşmanın teslimi ile harp sona erer ermez, bir çok atlar arasından seçip bana getiren de Erzincanlı Oğuz Amca’dır!..

*

Birül’abid’de, tam on iki gün uykusuz geçirdiğimiz gecelerin bir sabahında portatif çadırımın önüne gelen Oğuz Amca:

– İzin verseniz de, sizin ata binip şu düşman tarafını, bir de ben kolaçan etsem…

Teklifinde bulunuyor…

– Ne yapacaksın bu sıcakta, diyorum, görüyorsun işte, her gün, tâ Katya’ya kadar keşfe gidip gelenler var. Geceyi bilmem ama, gündüzleri oralarda düşmana dair ne bir eser, ne de bir iz varmış…

O, rica yol ile, teklifini tekrarlıyor. Ve nihayet, yalvarıyor.. Ben de, kabul ediyorum.

Seyisim Balıkesir’li Mustafa ile birlikte benim ata binip Katya’ya doğru, kum tepeleri arasından görünmez oluyorlar…

Bu hal, bir gün, iki gün, üç gün, böylece devam ediyor…

Dördüncü günü, güneş Mısır ufuklarında batarken.. beni hayrete düşüren bir hâdise ile karşılaşıyorum:

Oğuz amca, yedi İngiliz esiri – biri zabitti – Ve on iki beygirle Birülâbid’e çıka geliyor..

– Tek başına bu işi nasıl başardın?

Dediğim zaman, o gayet soğukkanlı:

– Hani, diye söze başlıyor. Katya muharebesine giderken ayaklarımızın suya değdiği deremsi bir yer vardı ya?..

– Evet
– Biz, oraya varır varmaz, solumuza düşen kum sırtlarından üzerimize ateş açmışlardı da, bizim tabur yoluna devam ederken.. ikinci tabur, o sırtları sarmıştı.

– Evet
– Bana köyümde “dağ kurdu derlerdi beyim” arkamda Mustafa, at üstünde yavaş yavaş, o dereye girdiğim zaman hiç şaşmadan saydım. Tam bir düzine at, lastikten yapılmış su yalaklarının önünde geviş getirip duruyorlardı.

– Evet
– Bunların yanında nöbetçi olmadığı gibi, süvari filintaları da (6) eğerlerinde asılıydı… fırsatı kaçırır mıyım hiç?.. Çabucak, Mustafa’yı attan indirdim. Zaten kuzu gibi sessiz ve yumuşak başlı olan bu hayvanları, yakınımızda, o derenin hemen solundaki ikinci bir kum deresine çektirdim.

– Sonra?
– Usul usul, sessizce, suyun bulunduğu derenin solundaki sırta, silahım elimde, atım yedeğimde olarak çıktım. Baktım ki ileride on iki düşman askeri var. Altısı bir ağaç altında konserve kutularını açmışlar, gülüşerek karınlarını doyuruyorlar. Altısı kağıt oyununa dalmışlar!.. Bunu görüp de durmak olur mu ya?.. Fırsat, bu fırsat, dedim. Bastım kurşunu!..

– Sonra?
– Sonra ne olacak? Allah’a şükür, hiç biri boşa gitmeyen beş kurşunla, on iki düşmandan beşini kumlara yuvarlayıverdim. Kalanlar da, kaçıp kurtulamayacaklarını anlayınca.. ellerini kaldırıp teslim oldular… Onları önüme katıp gelirken, Mustafa’ya: 

“Birülâbid’e yaklaşıncaya kadar bizi, görünmeden takip et!” diye bağırdım. Ehhh, ne olur, ne olmaz. Onlar, yedi kişi. Biz, iki kişiyiz. Belki yolda, atların eğerlerinde asılı duran filintaları ele geçirirler de başımıza iş açarlar. Bunu da düşünmek lâzım geldi.”

– Aferin Oğuz amca!

Sözünü, içten gelen bir takdirle söylüyorum. Ve:

– Artık, için rahat etsin. Üç yerine beş olarak, hayır, on iki olarak, oğullarının intikamını aldın, demektir!. Dedikten sonra gözlerine dikkatle bakıyorum:

O gözlerin, akşam karanlığında, görünür görünmez, yine yaşardığını sezer gibiyim…

Derken … O bana:
– Benim için, yaptığım bu iş, bir mesele teşkil etmez!.. diye cevap veriyor. Şehit olan oğullarımın her biri, bunların onuna değil, yüzüne bedeldi.. Sağ kalırsam ve fırsat düşerse…

– Daha ne yapacaksın?..
– Görürsünüz, daha pek çok oynayacağım oyun var onlara!.. Yeter ki, sağ kalayım ve fırsat düşsün!.. Henüz onlar, Türkün kendini aslan, atını ceylan, düşmanını tavşan bildiğini, öğrenmemişler!..

Pek hoşuma giden, gururla göğsümü kabartan Oğuz amca’nın bu sözüne karşı sırtını okşayarak coşuyorum:

– Yaşaaa!.. Türklerin büyük cedlerinden biri olan Karahan’ın oğlu Oğuz Han dahi, bu zor şartlar içinde, ancak senin yaptığın kadarını yapabilirdi…

Bilirim: Manen ve hakikatte büyük olan rütben, görünüşte küçüktür. Bu sebeple, tarih senden hiç bahsetmeyecektir. Oğuz amca!..

Fakat, inan bana!.. Eğer, bu harpten sağ çıkar, yurduma dönersem, Sina çölü ortasında, ateş ve kum deryasında tek başına yarattığın bu kahramanlık menkıbeni yazacağım. Ve seni, küçük büyük her Türk’e.. bizden sonra vatan müdafaasını üzerine alacak şanlı ordumuzun bütün askerlerine tanıtacağım.

Bu benim için, evet Oğuz amca, ilk imkânda ödenmesi farz bir borç olacaktır!..

Diyorum…
Ve sevgili okuyucularım, geç de olsa, bu sözümü yerine getiriyor, sizlere Oğuz amca’yı tanıtıyorum.

Muallim:
Şükrü Fuad GÜCÜYENER



(1) Unutmayınız! Çanakkale’de mağlup olan düşman ordularının son kuvveti: 1915 senesinin Aralık ayı’nın 26 ıncı gününü 27 inci gününe bağlayan gece yarılarında çekilmiştir. 27 inci günün güneşi doğarken.. düşmanın bıraktığı bol bol silah ve malzemeden başka orada, bir tek askeri kalmamıştır!..

(2) Fırka Tarsus’a kadar 39 uncu Alay kumandanı piyade kaymakamı merhum general Küçük Nureddin kumandasında gelmişti. Tarsus’tan itibaren erkânıharp miralayı Refet Bey’in kumandasına girdi. Bu Refet Bey, elyevm İstanbul Milletvelkillerinden olan emekli general sayın Refet Bele’dir.

( 3) Bu iki hecinsüvar bölüğünden birinin kumandanı mülâzimsâni Halet Efendi idi. Bu genç ve atılgan çocuk, 1916 senesi  mayıs  ayının  yedinci günü, Sina Çölü’nde Katye muharebesinde şehid olmuştur. Elyevm  sağ ve hayatla olan diğer bölüğün kumandanı  zatı,  bu son senelerde  tesadüfen   birkaç  defa  gördümse de,  ismini,  bu  satırları yazarken maalesef hatırlayamadım.

(4)  Üçüncü fırka Çanakkale’de Kumkale ve Kirte muharebelerine girdiği zaman ben, 39 uncu alayın üçüncü taburunun dokuzuncu bölüğünde takım kumandanı idim. Kirte’de yaralanıp tedavi edildikten sonra fırkaya Uzunköprü’de  iltihak  edip 32 inci  alayın  birinci  taburunun, 2 inci bölük kumandanlığına tayin edildim. Bu sebeple Oğuz’u tanımıyordum.

(5)  Bu miralay bana, bir de çalar altın cep saati hediye etmişti. Maalesef, parasızlıktan sattım onu.

(6)  Boyları kısa mavzer tüfenkleri.

Kaynak:
Birinci Cihan Harbinde Tanıdığım Kahramanlar: 6
Erzincanlı Oğuz Amca

Yazan:
Birinci Cihan Harbinde
Fırka: 3, Alay: 32, Tabur: 1, Bölük: 2 Kumandanı
Şükrü Fuad GÜCÜYENER
1956


Arşiv & Yayına Hazırlayan:
Abdullah Bozdemir (Erzincan Nostalji)

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz