Erzincan’dan Kemah’tan

0
750

Aynı Hanımın Kuyusu

Daha Erzincan sağken (Çocukluğumun Erzincan’ı, 1939 depreminden önceki Erzincan) Aynı Hanım ölmüş, kuyusu da dolmuştu. Ayrıca “Aynı” adı da söylene söylene halk ağzında “Ayna” haline gelmişti. (Demek ki sözcüklerde aşınıyor, dolayısıyla biçim değiştiriyor!)

Burası çarşının en kalabalık ve en işlek yerlerinden biriydi. Büyük dükkânlarda Saracoğun (Saraçoğlu’nun ) kahvesi, Paşa hamamı, Bezircilerin hanı, Hışırın oteli ve belli başlı iş yerleri hep bu kuyuda birleşen dört yolun üzerindeydi. Memleketin tanınmış kişilerine de çok kez burada rastlanırdı.

Çermeli Hoca her zaman Kalealtı yanından gelerek Ulu Camiye giderdi. Hoca iri yarı, fiziksel ve ruhsal yapısıyla görkemliydi. Dükkânların önünden geçerken oturan esnaf ağaya kalkarak ayaktakiler de önlerini ilikleyerek onu selamlarlardı. O da selam verenlerin yüzüne bakmadan, sadece sağ elini göksüne, Erzincan deyimiyle iman tahtasına (Bu niteliğinden olacak ki eskiden bazı becerikli hocalar güzel kadınların bu vücut bölgesine bütün dünya hırs ve heveslerinden arınmış olarak yazı yazarlardı!) koyarak onların selamına karşılık verirdi. Fakat kimse ile konuşmazdı. Kendisine bütün memleket halkının sevgi ve saygı göstermesinde onun bilgi ve görüşünün dürüst ve ağır başlı oluşunun büyük payı vardı. Ama, kanımızca, bu daha çok, hocanın dünya işlerine ahiret kaygısıyla karıştırmamasından günah ve ceza hesaplarında, diğer bazı hocalar gibi insanı hemen “yangın var!” diye itfaiyeye koşturacak, ya da can kurtaran arabası istemek, veya kompartımandaki imdat kolunu çekmek (her türlü suiistimal cezayı müstelzimdir.) zorunda bırakacak kadar ifratçı olmamasından ileri geliyordu. Ona göre tövbe etmek ömür boyu olanaklı, affa uğramak her zaman olasıydı.

Erzincan’ın ilk milletvekillerinden Osman Efendi Hoca da sol eliyle uzun (o zamanlar “maksi” lafı daha piyasaya çıkmamıştı) cübbesini toplayarak, sağ eliyle de çevresini selamlayarak eczahaneye gelir giderdi. Osman Efendi memlekette, girişimci ve yetenekli bir kişi olarak tanınmıştı. Öyle ki, bir vakitler “Simya” ilmiyle uğraşarak altın yapmaya kalkışmış Fırattan su alarak palangadaki tarlalarını sulamıştı. Dünya işleriyle uğraşmak onu ahiret hazırlıklarından da alıkoymamış, farzlar şöyle dursun, dört kez evlenmek külfetine (!) katlanarak sünneti de harfi harfine yerine getirmişti. Sırtına bütün nabızlara serbet vermeyi hedef tutan bir parti tüzüğü gibi hepten ve renk renk yamalıklardan yapılmış bir uzun hırka, başına, benzeri başka bir kimsede görülmemiş bir başlık giyen Ciminli Baba da (veya Ciminli Şeyh) zaman zaman bu çarşıda görünürdü. Baba, sırtındaki hırka ile ayağındaki siyah çizmeleri yaz kış taşır hiç çıkarmazdı. Ona bir çok kimseler ermiş gözüyle bakarlardı. Babanın değme kişide zor rastlanan gerçekçi ve başarılı bazı tutum ve davranışları da bu inanışı kanıtlıyordu. Bir kez onun bir dediğini iki etmeyen ve rızasını elde etmek uğruna cilve ve çaba yarışına giren dört karısı vardı.

Öte yandan sayısı kimine göre yüzleri, kimine göre de binleri aşan müritler onun kentteki evine memleketin dört bucağından sepet sepet, çuval çuval yiyecek taşırlardı. Üstelik Baba, oğullarının adını Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail koymak suretiyle öbür dünya içinde temelli bir hazırlık, verimli bir yatırım yapmış durumdaydı.

Aşar zamanı, bizim Sütananın kocası dellal Osman Efendi de daha çok buradan mültezim ağalarını Köyyüzü alımı için hükümete çağırırdı. “Aşar zamanı yaklaştı, talip olan mültezim ağaları… falan falan…” diyerek.

Ben, memleketin Beylerinden olan ve en zengin kişilerinden biri olarak bilinen Mehmet Ali bey’e de hep burada rastlardım. Zenginliği kadar pintiliğiyle ün yapmış olan M. Ali bey’in fiziksel hareketleri de pinticeydi. Ayaklarını, adım atarken korka korka yere basıyor, selam verirken elini, halterciler gibi, adeta zorlayarak yukarı kaldırıyordu. Her halde o vakitler Erzincan’da kızacak şey çok az olacak ki, onun bu ufak tefek kişisel çarpıklıkları herkesin gözüne batıyordu. Özellikle, memleketin halkı onun çok az kahve alışına tutuluyordu. Nasıl tutulmasın ki memleketin yarısını elinde tutan koca Ali Bey’in torunu eve topu topu elli dirhem kahve götürüyordu. İlk bakışta insana tuhaf gelen bu iğreti değerlendirme aslında pek de temelsiz sayılamazdı. Öyle ya, kahvesi az olanın konuğu az olurdu. Konuğu az olmak da, elli pare köye mum tutturan bir hanedan çocuğu için ayıpların en büyüğü idi. Çünkü halkın çok önem verdiği değerler arasında konuk saygısı her şeyden önce geliyordu.

Halkın tek haber kaynağı olarak başvurduğu ajanslar yine buradaki Saraçoğlu kahvesinin önünde duran kara tahtaya yapıştırılırdı. Ajanları mürekkeple yazılmış kağıtlarda mutasarrıflık yayımlardı. Memlekette okur yazar çok az olduğundan bu ajanslarla çok daha öğrenciler ilgilenirdi. Halktan tek tük meraklı kişiler, tahtanın önünde böyle bir öğrenci görünce, hemen yanına sokulur “hele efendi, yüskek ohu biz de diyniyek” derlerdi.

Okuma sırasında zaman zaman birbirlerine göz atarak, konunun önemine işaret ederlerdi. Okuma bitince de hep bir ağızdan öğrenciye: “anambabam ağza sağlıh, Allah ocağa bağışlıya“ derlerdi.

Kayıp duyurusu yapan dellallar da, bu dört yol ağzında bir iki kez seslenirlerdi: “Ahşamdan bu yanı bir gırmızı düğe bulan heyir sahabı, helalından, iki mecidiye müjdesi vardır eey…” diye bağırarak.

Paşa hamamına gidecek kadınların bindiği faytonların buradan geçmesi zorunlu idi. Hali vakti yerinde olan kişilerin hanımları çarşıdan yürüyerek hamama gitmek istemezlerdi. Çünkü, böyle bir gidiş, en önemli işlerini bile yarıda bırakıp, dükkanlarının önüne seyre koşan yediden yetmişe erkeklerle bir defile haline dönüşürdü. Hele kadınların, hamamdan çıktıktan sonra buğulanmış gözler ve kızarmış yanaklarla çarşıdan geçmeleri büsbütün sakıncalıydı. Bu bakımdan, hamam dönüşü arabanın körüğü kesenkes kaldırılmalıydı.

Memleketin en zengini olarak bilinen hareketli ve hayır sever Hışır’a (Aile oldukça dallı budaklı olduğu halde,”Hışır” deyince akla yalnız ve hemen Nuri efendi gelirdi.) buralarda pek rastlanmazdı. O çok kez çarşının, daha canlı olan üst kesiminde görünürdü. Yoksul bir babanın çocuğu olduğu halde yüzbinlerin (o zamanın yüzbinleri, şimdinin milyon beklide milyarları) çok üstünde olduğu belirtilen varlığını profesyonel boksör ve futbolcular ve genel deyimiyle, “profesyonel sporcular” gibi, hep alnının teriyle kazandığını söylerlerdi. Fakat Hışır, “Rabbena, hep bana!” deyip bütün kazancını cebine ya da küpe indirmez, toplum yararına işler içinde pay ayırırdı. Sırasında, yetim ve yoksulları da, doğrusu (Erzincan deyimiyle: “yarın can verecevük, gahah nasıl dinimizi yıhah”) görürdü.

Çok güçlü belleğine işlek ve ışıklı zekasına kaşın okuma yazma bilmezdi. (Anım Arap harfleri dönemine aittir, belki sonradan yeni yazıyı öğrenmiştir.) Bu günmüş gibi aklımda, bu bilgisizliği üzerindeki üzüntüsünü, bir gün bizim dükkanın önünde babamla birlikte sade kahvesini içerken şu içten sözlerle dile getirmişti: “Mehmet efendi, tek bir gözüm kör olsaydı da, şu ohuma yazmayı öğreneydim, vallaha razıydım.”

Ben arada bir bu çarşının yukarı kısmında Yoklamacıyı da görürdüm. Kalıp kıyafeti, kalın püsküllü fesi, kıranta sakalı ve fırlak olmayan göbeğiyle eskinin resimlerde tanıdığım paşalarını andıran bu zatın adını hiç kimse söylemez hatta bilmezdi. Herkes onu Yoklamacı yada Yoklamacı efendi diye anardı. Onun asıl dikkati çeken yanı, sokakta giderken bile, kalın kalın ve enli enli inlemesiydi. O bu alışkanlığı duyduğuma göre, bir oğlunun genç yaşta ölmesi üzerine edinmişti.

Bu çarşıda beni çok ilgilendiren alışveriş, dellâlların at ya da araba satmaları idi. Dellâl yalnız atı satıyorsa ata biner, atla beraber arabayı da satıyorsa, arabacı yerine oturarak, arabacılığı da üzerine alırdı. Bu durumda gevrek ve yayvan bir ağızla şu tekerlemeleri söyler dururdu:

“At araba, tahım daraba, helâl hazır, mal misafir, dellâllık ihtisap olanın üstüne (bazen komiklik olsun diye, sahibi de beraber der)10.000 guruuş!” Bu terane ile çarşının iki başı arasında mekik dokur (Bu satış şekli de uygulansa trafik, bugün belki, daha bir hoş olur!) pey vuran kişilerin bulunduğu dükkân ya da kahvelerin önünden geçerek, son peyleri kendilerine bildirir. (Yukarıda söylemeyi unuttum, dellal bu patırtı gürültü arasında atın terbiyelerini sol eline alıp tabakasından – (kara sakızdan) – zaman zaman sıgara da sarardı. Bu sırada arabanın hızı doğal olarak düştüğünden – (kamçı çalışamaz) – dellâl, yol boyunca ilgili kişilerin sorduğu sorulara, gazetecilere gereğince açıklamalar yapan politikacılar gibi, tamamlayıcı bilgiler verirdi.) Ve artık fiat kıvamını bulup da artırmalar iyice durunca, hareçliyorum… hareçliyorum… davacılık etmeyin… işitmedik demeyin (Birden kulaklara oldukç zor veren yüksek perdeden bir sesle peycilerden en ağır alanına) “Efendi bir şey demiy misen?” Der ve yanıt olumsuz olunca da, hareç…. haraç diyerek satışı tamamlardı.

Deli Mustafa da çok kez köpeklerine (Çarşının ”salahana” denen sahipsiz köpekleri hep onundu) çarşısının üst kısmında ekmek dağıtır, arkasından gür bir komutla onları yine Aynı Hanımın kuyusuna doğru koştururdu. Köpekler, kuşkusuz komutu anlamaz, ancak, öne düşerek belirli yöne koşan Mustafa’nın peşinden giderlerdi. Ve Mustafa koşunun bitmesi gereken yerde, kendince önemli saydığı dükkancıların önünde, yüksek bir Durrr…! Komutu çekerek kendisiyle birlikte köpeklerini durdururdu. Bu durumda, köpekler yüzlerini, tüm ona çevirerek ya ekmek ya da yeni bir komut beklerlerdi.

Geçimini eskicilikle sağlayan Deli Mustafa, arada bir tellâllık da yapardı. Ve ünlemeleri çok kez komik olduğundan, herkes işini bırakıp onu dinlerlerdi. Anımsıyabildiğim en ünlü duyurularından biri şu idi: Yağ kapanında (Yağ hali-satış saatleri dışında burada sinema oynatılırdı.) bu ahşam sinema var, duyduk duymadıh demeyiin, yorganlarımızı da beraber getirmeyi (Halde soba moba olmağından) unutmayın!

Tanko Hafız da bu çarşının ilginç kişilerindendi. Ona, herhalde, kıravat bağladığı ve sakal bırakmadığı için halk bu adı takmıştı. Doğrusuna bakarsanız hafızın cılız bıyıkları da, halkın bu görüşünü doğruluyordu. Dahası var, Hafız fesine sarık da sarmıyor ve dükkanın önünde başı açık dolaşıyordu.

Hafız tuhafiye üzerine iş yapardı. Dükkânın da ne arasan bulunur, ancak fiatları, o günün ölçülerine göre çok yüksek olurdu. Bu bakımdan bir çok kimseler Hafız için “Ne Hafızı” onun dini imanı para!” derlerdi.

Hafız sık sık İstanbul’a giderek mal getirirdi. Getirdiği mallar arasında özellikle plaklar dikkati çekerdi. Çoğu gazel hem de ne gazeller! Hafız Sami, Hafız Ahmet, Hafız Yaşar, Hafız Burhan’dan gazeller. Dükkânın önüne bir sürü avara (Bazı yerlerde boş gezenlere avara diyorlar.) birikirdi. Fakat hafız reklam oluyor, dükkânım tanınıyor diye sevineceği yerde, dükkânın önünü dolduranlara “Ula haydi gedin işize, burada tiyatora mı oynadıyuh? Ele ya babaz getmişti bu plakları. Ben gedim, anadın mı? avuç dolusu para töktüm, siz gelin bedaha (bedava) diyneyin (dinleyin) Neyin nesi? Askurum (aksırım) kakamısan? (Kakar mısın?)” sözleriyle oradan kovalardı.

Çarşıda bazı sorular ve yersiz istekler için hazır deyimler vardı. Bunlar da çarşının esprisini teşkil ederdi. Örneğin, babasını dükkânda bulamayınca nereye gittiğini dükkân komşusuna soran çocuğa ilk kez ve kesinlikle şu yanıt verilirdi: “Hanımları kunkuluna bindürdü hamama götürdü.”

Yersiz istek halinde de çarşıya yabancı bir yurttaş, dağ köylerinden bir garip, hiç ilgisi olmayan bir dükkândan antika bir şey sorar, örneğin bir bezaza, manifaturacıya tutar “zurna kamışı var mı?” der. Bunun üzerine dükkân sahibi (Dükkânlarda ayrıca satıcı yoktur. Günlük alışveriş bir kişinin vaktini bile tam almaz.) başını kapıdan dışarıya uzatarak bağırır: Şekeroğlu, al bunu da hanaa…!” ve böylece çarşıya bir garibin düştüğünden komşulara bilgi verir. Arkasından, adamın isteğiyle hiç ilişkisi olmayan başka bir dükkâna, örneğin leblebici dükkânına gönderir. O da başka bir ilgisize savar. Ve oncağız, oyunun farkına varıncaya kadar, dükkândan dükkâna gider durur. Oyun oynanırken çoğu dükkâncılar, durumu izler ve kimi “Ula günah elin fıkkeresini oynadıylar” diye acınır, kimi “Ula, hele şunların ettiğine” diyerek kahkahayı bastırır. Bu da çarşının havasını zaman zaman yumuşatır.

Çarşının açık bulunduğu sıradaki namaz vakitlerinden yarım saat önce palabıyık (şimdiki bıyıkların yanında yavru kalır) Tellâl Şevki, (Gözünün birine devamlı olarak etrafı kapalı bir toz gözlüğü takardı) her yüz, iki yüz adımda bir hoparlöre meydan okuyan sesiyle ”Vakit selâ ya müslimun!” diye bağırarak namaz kılanlara vaktin yakın olduğunu haber verirdi. Gel zaman, git zaman, (Keşke gel zaman, gitme zaman! da diyebilseydik) bu deyiş “namaz vakti yakındır!” diye Türkçeleştirirdi. Böylelikle önceleri bazılarınca yalnız amacı bilinen bu bağırışın artık anlamı da herkes tarafından anlaşılmış oldu. Öğle namazında cenaze de varsa, Tellâl vakit duyurusunun arkasına şu bildiriyi de eklerdi: “Camii kebirin önüne cenaze namazına hazır…oğullarından….. Efendi…. Allah rahmet eyliye!…”

Cenaze bildirisine bütün gelip geçenler ve dükkancılar kulak kabartır ve hiç biri anlamını bilmeden kendi kendine “inna lillah ve inna ileyhü racıun!” diye mırıldanırdı.

Bundan, sonra namaz hazırlığına geçilirdi. Teneke ibriklerdeki sular dükkanın içine ve önüne bir kırık çizgi biçiminde dökülür, arkasından, çeşmede abdest tazelenerek camiye gidilirdi.

Camiye gidenler, şöyle böyle yarım saati bulan ayrılıkları süresince dükkânlarını kapamayarak, gözetimi “efendi, bizim tükene de göz kulak ol” diyerek, namaza gitmeyen komşularına bırakırlardı. Çünkü, hırsızlık olayları yurdun bir çok yerinde olduğu gibi, Erzincan’da da yok denecek kadar azdı. Gündüzün evlerin kapıları kilitlenmezdi: ayrıntısız bütün kapıları açarak (Tık tık vurmayada gerek yok) içeri girebilirdiniz. Avlularla bahçelerde (Hemen hemen bütün evlerin, meyve sebze ve çiçek karışımı bir bahçesi vardı. Zaten bundan esinlenerek Erzincan’a “etrafı dağlı – dağlar da sözcüğün gerçek anlamıyla dağ, oyuncak değil – ortası bağlı” demişler) unutulan pabuç, balta, dehre, bel, kova gibi taşınması kolay şeylerle ilgili hazırlıkları “poşa” diye çağrılan çingeneler, koyun sürüsü, kervan… vb. türünden olanları da hep “eşkıya” diye adlandırılan soyguncular yapardı; kısacası, bu işin yalnız, profesyonelleri vardı, amatörlerine hemen hemen hiç rastlanmazdı.

Nizamettin ÖZBEK
Erzincan’dan Kemah’tan Kitabından,
Ankara 1982

Erzincan Nostalji

YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz